Dışişleri Bakanı “Ahmet Davutoğlu” Türkiye’den bir heyetle geçtiğimiz hafta “Batı Trakya”daydı. Bu gezi kapsamında İskeçe ve Gümülcine’deki Türklerle bir araya gelindi. Daha sonra ise Türkiye Selanik Başkonsolosluğu ve “Atatürk’ün Evi” ile Selanik’teki Osmanlı eserleri ziyaret edildi ve Selanik Belediye Başkanı “Yannis Butaris” ile de görüşüldü.
“Yunan Medyası” bu gezi nedeniyle Davutoğlu’nu “porovokatör” ilan etti ve aleyhine yazmadığını bırakmadı, Batı Trakya’daki Türklerle ilgili söylemlerini de “aşırı tahrik” olarak niteledi. Bu öfkeye neden olan husus, Davutoğlu’nun oradaki Türklere “Müslüman Türkler” diye hitap etmesi ve “Seçilmiş Müftüler” ile görüşmesi oldu.
Peki, Davutoğlu oradaki Türklere ne demeliydi, nasıl hitap etmeliydi de Yunanlılar kızmasın?
Yunanistan’ın dediği gibi “Müslüman Helenler” ya da “Yunanlı Müslümanlar” mı demeliydi ya da seçilmiş müftülerle değil de Yunanistan’ın seçtiği ”kukla” müftüleri mi muhatap alsaydı ve onlarla mı görüşseydi?
Yunanistan Hükümet Sözcüsü “Yorgos Petalotis”, “Batı Trakya'daki Yunanlı Müslümanların davetsiz avukatlara ve savunuculara ihtiyacı yoktur” dedi. Böyle bir nezaketsizliği Türkiye’ye gelen bir yabancı devlet adamı için burada duyabilir misiniz? Yunanistan başta Rum Patrikhanesi ile ilgili olarak bizim aleyhimizde ne kadar söylemlerde bulunduğu, ortada olan bir gerçektir.
Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu; 7 Ocak 2011’de, “Erzurum 2011 Kış Oyunları” ve “Büyükelçiler Toplantısı”nda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın konuğu olmuş ve oradaki konuşmasında neler döktürmüştü, bunlar hafızalarımızdadır...
Yunanistan Hükümet Sözcüsü “Yorgos Petalotis” da Papandreu'nun Erzurum’da “cesaret” ve “kararlılık” gösterdiğini" söylemiş ve “Son yıllarda belki de ilk kez bir Yunanlı başbakan bu kadar şiddetle ve hem de belirli bir dinleyici kitlesi önünde milli çıkarlarımızla ilgili tezlerde bu denli cesaret, kararlılık ve açıklık gösterdi. Başbakan, Yunanistan ile Türkiye arasındaki işbirliğine apaçık ön koşullar koydu. İhlâllerin ve “Casus Belli”nin iyi komşuluk ilişkilerine yakışmayan ve Türkiye'nin AB perspektifi ile bağdaşmayan tavırlar olduğunu vurguladı. Kıbrıs sorununa uluslararası hukuk kurallarına saygı çerçevesinde adil ve kalıcı bir çözüm istedi. Yunanistan, bir kez daha PASOK hükümeti ile ses ve argüman sahibi olduğunu ve uluslararası alanda varlığını kanıtladı.” demişti.
Yahu, Dışişleri Bakanı Davutoğlu orada Yunanlıları bu kadar öfkelendirecek ne dedi? Yunanlıların hükümet sözcüsü işte yine resmi tavırlarını ortaya koydu ve “Batı Trakya'daki Yunanlı Müslümanların davetsiz avukatlara ve savunuculara ihtiyacı yoktur” dedi.
Türkiye, buradaki Rumlara ve Rum Patrikhanesi’ne böyle mi davranıyor? “Mütekabiliyet” diye bir kavram var ama bunun “mütekabisi” yok. Bunun adı, tek taraflı vermektir. Biraz argo deyişle “yolunan kaz” durumundayız!
Yorgo Papandreu Erzurum’da, kameraların önünde canlı yayında ve Başbakan Tayyip Erdoğan’ın gözüne baka baka, “KKTC’de Türk Askeri işgalcidir, Kıbrıs'ta işgal sürdükçe Türkiye AB üyesi olamaz.” demişti, “Türkiye neyi ispat etmeye çalışıyor. Tehditlerle hiçbir sorunu çözemezsiniz. Gerginlik aramızda ki ilişkileri zedelemektedir.” demişti...
Bu iki ziyareti karşılıklı kıyaslamaya kalktığımızda midemize “kramp” giriyor. Gerçekten “mütekabiliyet” ve “diplomatik nezaket” denen olgular Yunanistan’da Türkiye’ye karşı yok ve zaten hiç de olmadı...
Neden böyle sanki bizi efsunlamışlar gibi hep susuyoruz ve bizde taviz istediklerinde verdikçe de veriyoruz? Neden “mütekabiliyet” hiç aklımıza gelmiyor?
Tabi bir de şu var: Yunanistan’a ve Rum Patrikhanesi’ne son birkaç yılda o kadar çok tavizden de öte “edinimler” sağladık ki, ülkemiz çıkarlarına ters olan konularda o kadar çok “kolaylıklar” sağladık ki biz bu konuda gerçekten mi basiretimizin bağlandığı bir noktadayız. Bunu anlamakta zorlanır olduk. Hani basit bir kazayı ya da yaralamayı dakikalarca, sayfalarca yazan, sunan medyamız da nerede? Milli değerler açısından o kadar çok tavizler verdik ya da “hoşgörü” ile “gafleti” birbirinden ayrıştıramadık ki... Rum Patrikhanesi içeride, Yunanistan Batı Trakya’da, Kıbrıs’ta, Ege’de ve AB platformunda bize vurdukça vuruyor ve aldıkça da alıyor.
Bari şu Yunanlılara basınımız biraz “mütekabiliyet” etse...
Davutoğlu Batı Trakya’dakilere “Müslüman Türkler” diye hitap etti ve "Yunanca konuşan İstanbul Rumlarını nasıl ki bizim Yunan diye adlandırmamız en doğal şey ise sizin de anadilinizi ve dininizi korumanız da sizin en doğal hakkınızdır." dedi diye bakın ne manşetler atıldı.
Ta Nea Gazetesi, "Davutoğlu Yunanistan’ı Türk Azınlık ile tahrik ediyor" başlıklı haberinde şöyle yazdı: “Davutoğlu; Trakya Azınlığı'nı "Türk" olarak tanımladı ve haklarını Avrupa'da aramalarını istedi. Yaptığı konuşmalarda, “dillerinizi, dininizi ve kimliklerinizi korumalısınız, biz de size her zaman yardımcı olacağız ve bu konularda da sizi cesaretlendireceğiz.” demekle Yunanistan’ı tahrik etmiştir” şeklinde yazdı.
Elefteros Gazetesi ise: "Davutoğlu, Trakya Müslümanlarını ayaklandırıyor” manşeti attı.
Aklımıza Patrikhane ve Fener Rum Patriği geldi! Her fırsatta; “Çok zor durumdayız. Burada kendimizi Çarmıha gerilmiş hissediyoruz.” diyorlar ya...
Bu ve bunun gibi daha çok serzenişleri, şikâyetleri her fırsatta zaten dillendiriyorlar. Buna karşın, Türkiye’nin sağladığı çok sayıda korumayla dolaşan/korunan, VIP kapılarından girip çıkan, her fırsatta Başbakan düzeyinde devlet adamlarıyla aynı masada ve karede yer alan Rum Patriği’ne ve ekibine daha ne yapılmalıdır, daha ne kadar taviz verilmelidir?
Rum Cemaati için ise bir şey demeye gerek yok! Her Türk vatandaşından onların ne farkları vardır? İdari açıdan da Türk Halkı tarafından kendilerine gösterilen iyi komşuluk ve sevgi açısından da bu böyledir.
Burada tamir edilmesine izin verilmeyen bir Rum kilisesi yoktur. Cemaatin ihtiyacının çok üstünde olmasına karşın bütün Rum kiliseleri korunmaktadır ve açıktır. Her türlü tamir ve onarım, yapı yönetmeliğine uygun ruhsatlarla verilmektedir, sağlanmaktadır. Rum Patrikhanesi’nin binalarının Özal döneminde yeniden inşa edildiğini ve eskisinden kat kat büyük olarak inşa edildiğini de bu arada anımsayalım.
Bir “mütekabiliyetsizlik” gerçeği olarak ise Batı Trakya’daki camiler ve okulların tamirleri için türlü zorluklar çıkarılmakta, vakıfların adlarında “Türk” adı dahi kabul edilmemektedir. 2 bin kişi kadar olan Rum Cemaati’nde 60 kadar kilise var iken, Yunanistan’da süreç içinde el konulan hatta “diskotek” dahi yapılan camiler bulunmaktadır. Selanik ve hele Atina’da ibadet etme olanağı Müslümanlar için çok kısıtlıdır.
Şimdi Davutoğlu’nun Yunanistan ziyaretinde görüştüğü Selanik Belediye Başkanı “bir cami yapımına yardımcı olabileceğini” söylemiş. Bu söyleme de bizim medyamız manşet üstüne manşet atmıştır. “Aferin sana iyi Yunanlı başkan” demediğimiz kalmıştır...
Muhteremler! Altımızdaki toprak suya akıyor ama bizde ”tık” yok. Nedense bizde sadece olmayacak duaya “manşet” üstüne “manşet” atılıyor...
6 Ocak’ta Haliç’te suya Haçın atılma töreni esnasında duyulan ezan sesi üzerine Rum Patriği Bartholomeos ezanın bitmesini bekledi diye adamı “aziz” ilan etttik. Yani o esnada törene devam etseydi “Vay, ezana saygısızlık edildi” mi diyecektiniz? Bu adamlar Bizans’ın torunlarıdır hiç tongaya düşerler mi?
Papandreu, Erzurum’da Türkiye’ye “işgalci” ve daha neler dedi, bunlar haber niteliğinde sayılmadı ama aynı Papandreu, stadyumda bir cümle “Türkçe” konuşması manşetlerden inmedi.
Basiretimiz Yunanlılara/Rumlara karşı bağlı vesselam... Hadi bir hayırsever bulunsun ya da bir fon yaratılsın da bakalım “Selanik’te bir cami yapılmasınayardımcı olabileceğini” söyleyen Belediye Başkanı “Yanis Butaris”i ortada bulabilir misiniz?
Büyükada Rum Yetimhanesi’nin tapusunu Patrikhane’ye verdik...
13+1 Yunan asıllı papaza TC pasaportu da verdik. Şu anda 11 kişinin daha işlemleri yürüyor...
Heybeliada Ruhban Okulu’nu açmamızı istiyorlar...
Rum Patrikhanesi’ne Ekümenik olarak kabul etmemizi ve tüzel kişilik olarak tanımamızı istiyorlar...
Yapılan tüm manevralarda, Kıbrıs’tan da önemli olan husus Rum Patrikhanesi’nin “EKÜMENİKLİĞİ”dir... Rum Patrikhanesi’ni Ekümenik kabul etmek ise Türk toprakları üzerinde “ORTODOKS HALİFELİĞİ” kurulmasını resmen kabul etmektir...”
Bir sonraki adım da “Megali İdea” doktrinine göre “BİR GÜN İSTANBUL’un KONSTANTİNOPOLİS OLMASI ve BİZANS’IN TEKRAR İHYA EDİLMESİDİR...” Sıra şimdi sanırız buna geldi!
Geçen 10 Mart’ta “Habertürk Televizyonu”nda, Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu Başkanı Prof. Nikolaos Uzunoğlu’nun ağzından ortaya konan “İstanbullu Rumlar Vatandaşlık İstiyor” talebi ile de şaşkınlığa uğradık.
Türkiye toprakları üzerinde “Yunancılık” faaliyetleri ile bilinen ama medyamızda birkaç ufak ajans haberi dışında pek yer almayan, 1951 İstanbul doğumlu, Atina Teknik Üniversitesi’nde halen Profesör olan “Nikolaos Uzunoğlu”, “İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu Başkanı” sıfatıyla çok önemli açıklamalarda bulundu.
Bugüne değin Patrikhane ve Rumlarla ilgili tüm haberler ve gelişmeler ile kendileri açısından çok büyük edinimler sayılabilecek hususlar hep “hoşgörü” çerçevesinde ve basit bir hadise gibi medyamızda yer buldu. Kendilerine “entelektüel” tanımlaması yapan çevreler de bu edinimlere hep ”alkış” tuttu. Ama artık durum böyle “hoşgörü” çerçevesinde değerlendirilemeyecek bir boyuta geldi.
Sıra işgale mi geldi diye artık korkmaya başladık! Çünkü bunu da yine çok “sempatik” olarak şöyle sundular:
“İstanbullu Rumlar Vatandaşlık İstiyor”...
Vatandaşlık isteyenler, İstanbullu yani burada yerleşik olanlar değildir. Bunlar uluslararası yasalarla buradan gidenler ya da onların ikinci kuşaklarıdır. Şimdi Rum Patriği’nin, Anadolu’daki yerinde iki tane “taş” ya da “duvar” kalmış kiliselerde her sene neden ayinler yaptığını anladınız mı? İşte şimdi Patrikhane’de yüzlerce papaz olmasını neden istiyorlar ortaya çıkmaya başladı. Bu insanlar vatandaş olabilirlerse Anadolu’daki dedeye nineye “Bu ev benim dedemindi, babamındı” diyerek davalar açacaklar. Karşımıza binlerle ifade edilen mülkiyet davaları çıkacak.
Bu iş; “Ne güzel Yunanlı kardeşlerimiz gelsinler” değil. Bu iş; “sirtaki, zeytinyağlı dolma ve pilaki” işi hiç değil.
“İstanbullu Rumların Evrensel Federasyonu” da doğru bir tercüme değil. Bu federasyonun orijinal adı; “İkumeniki Omospondia Konstantinupolition”dur. Tercümesi ise; “Kostantinoplelilerin Ekümenik Federasyonu’dur.
Nikolaos Uzunoğlu, 13 Eylül 2008’de “Atina Classical Akropol Otel”de “Septemvriana 6/7-9-1955” adı altında Türkiye’yi yerden yere vurmuştur. Nikolaos Uzunoğlu, 28 Haziran 2010’da “Yunanistan Kapadokya Dernekleri Birliği” ve “Konaklı Belediyesi” ile müştereken Ürgüp’te yapılan bir sempozyumda konuşmacı olmuş ve oradaki insanların gözünü “sirtaki”, “pilaki” ve “buraya turist akacak, para yağacak” ile boyamış olan kişidir ve geçtiğimiz hafta “İmroz ve Bozcaada” dernekleri temsilcileri ile bir toplantı yapmıştır. Uzunoğlu’nun üst düzey 4 yöneticimizle de -kendine göre- çok tatminkâr görüşmeler yaptığı ve mutlu olduğu da Yunanistan kaynaklarında var.
Kapadokya, Ege, Marmara ve Karadeniz’de durmak bilmeyen bir Yunan sirkülâsyonu var. Durmuyorlar, bizden sürekli tavizler alıyorlar ve adımlarını artık sıklaştırdılar!
15 Ağustos’ta “Sümela Manastırı”ndaki ayin de bu “120 bin” kişilik vatandaşlık talebi gibi çok “sempatik” bir şekilde medyamızca sunulmuş ama sonra anlaşılmıştı ki seçilen 15 Ağustos tarihi, Fatih Sultan Mehmed’in, “Trabzon Rum İmparatorluğu”nu yıkmasının yıldönümüdür.
16 Mart ve öncesinde Yunanistan’da yapılacak etkinlikler ile Yunan Medyası dikkatle izlenmelidir. Çünkü 16 Mart 1964; “İsmet İnönü”nün 1930 tarihli “İkamet Ticaret ve Seyrisefanin Anlaşması”nı yasa ile iptal ettiği tarihtir. Bu Türkiye’nin başına “kara leke” gibi çalınmak istenen “1964 Sürgünleri” meselesinin aynı Trabzon’da olduğu gibi rövanşını almaya yöneliktir.
1964’te “Kıbrıs Olayları” baş gösterdiğinde “ “İsmet İnönü” tarafından 16 Mart’ta alınan bir kararla; Türkiye’de yerleşik “Yunanistan Vatandaşları”nın 6 ay içinde ülkelerine dönmelerini öngören bir yasa çıktı ve 6 ay beklemeden yürürlüğe sokuldu. Zira ortada, bu iki ülke arasında oluşan bir “savaş hali” vardı.
Dünya’nın her ülkesi, ikamet tezkeresi (oturma müsaadesi) ya da vize ile topraklarında bulunan kimselerin ülkesini terk etmesini isteyebilir ve bu uluslararası anlaşmalarda yeri bulunan bir durumdur. Resmi istatistiklerde “12.832” kişi görünmekle birlikte, bu sayı aile bağları dolayısı ile doğan zaruri göç edenlerden kaynaklanarak “30 bin” dolayındadır.
“1964 Sürgünleri” yakın süreçte devamlı olarak Türkiye’nin başına kakılmaya başlanan bir hal almış durumdadır. Türkiye 1964’te kendi vatandaşlarına “gidin” demedi. Gidenler kendi rızaları ile ya da mecburi aile bağları nedeniyle gittiler.
Artık bunun rövanşını almak üzere ve resmen harekete geçmişlerdir. Bu iş Sümela’da bir ayinden çok ötedir. İşin içinde “120 bin” kişiye vatandaşlık verme durumu vardır. Bu da mı sempatiktir? Bu da mı iyi komşulukla, sirtakiyle, dolmayla, zeytinyağlı Rum mezeleriyle açıklanacak bir durumdur?
16 Mart’ta bakalım neler olacak ve Yunan/Rum tarafı daha ne kadar yol alacak. “Yol alacaklar” diyoruz çünkü gerçekten yol alıyorlar ve almaya da devam edecekler.