Bulgaristan; 2. Meşrutiyet’in (1908)
karışık ortamında bağımsızlığını ilan ederek ortaya çıkan bir ülkedir. 3.
Çarlık Dönemi olarak da bilinen süreç; 1908’den, ülkenin komünist rejime
döndüğü 1944’e kadar sadece 36 yıl sürdü. 1944’ten, Todor Jifkov yönetiminin
yıkılarak yerine cumhuriyet rejiminin geldiği 1991’e kadar da 47 yıl sosyalist
cumhuriyet dönemi oldu. Halen devam eden demokratik cumhuriyet ise 19 seneden
beri süregelmektedir. 102 yaşında olan ve bu yüz yıl içinde 3 farklı yönetimle
idare edilmiş Bulgaristan; bu mevcudiyetini, (Rumi) 1293 Harbi ya da
1877-1878 Osmanlı Rus Harbi’nin getirisi olan Aya Stefanos Antlaşması’na bağlar
ve ona şükran duymaktan geri kalmaz.
1870’te, Sultan Fermanı ile kurulan
Eksarhlık’tan doğan şükran, 1878’de Rusya’ya şükran olarak saf değiştirdi. Bu
zaman diliminde Bulgarlar ile Rum Patrikhanesi birbirlerini tanımamaktadırlar.
Zaten 1870’ten itibaren de (Rumlarca) aforozludurlar. Nasıl olduysa
ülkenin komünist rejime geçmesinden sonra (Kiliselerin) birbirlerini
tanıdıkları 1945 yılından itibaren, Bulgarlar tamamen başka yöne döndüler.
Sultan Fermanı ile bağımsızlık kazanan kilisenin yönü; Rum Patrikhanesine döndü
ve Patrikhaneye bağlılık adına yapılmadık entrika kalmadı.
Panslavizm ile Megali İdea’nın ortak
bir yanı vardır. Bu iki akım da ilgili ırkın dışında kişilerce yönlendirilmiş
ve yüceltilmiştir. 1789 Fransız İhtilali’ni müteakip; “Esaret Altındaki Irklar” diye bir kavram ortaya atıldı. Bu
en çok Osmanlı Devleti’ni ilgilendiren bir kavramdı. Çünkü o tarih diliminde,
Osmanlı idaresi altında çok sayıda ırk vardı. Avrupa’da oluşan ya da ustaca
oluşturulan Yunan hayranlığı semeresini verdi ve bugün Yunanistan adlı bir
ülkenin kurulmasına kadar gitti. Nasıl ki “Yunancılık”,
Yunan olmayan unsurların hayranlık ya da menfaatleri ile ortaya atıldıysa, aynı
şekilde “Panslavizm” kavramı
da Slav olmayan unsurlar tarafından ortaya atıldı.
Panslavizm; daha önceden de var
olmakla birlikte en önemli ivmesini 1848’de Çek tarihçi “Frantisek Palacy”in topladığı bir kongrede, Avusturya
yönetimi altındaki Slav unsurların temsilcilerinin de katılımıyla kazandı.
Fakat Panslavizm’in en büyük destekçisi; mucidi ya da mucitleri
Avrupalılar değil, Çarlık Rusya’sı oldu. Çünkü Rusya; Slav ırklarına yapacağı
desteksel yatırımın, Osmanlı’nın zayıflamasına neden olacağını çok iyi görmüş
ve bu işin çok iyi bir şekilde gitmiştir. Bu çok uzun ve yoğun bir programdır
ve en çok da Bulgarları ilgilendirmiştir.
1875’te Sırplar ve Karadağlılar
ayaklandığında, Osmanlı bunu çok çabuk bastırdı. Bu isyanın bastırılması
Rusya’ya önemli bir koz verdi ve Ortodoksların, Osmanlılarca katledildiğini öne
sürdü. Avrupa’yı da ayağa kaldıran Rusya’nın, Osmanlı’ya verdiği nota sonucunda
ise Osmanlı Sırplarla süren savaşı durdurdu, durdurmak zorunda kaldı.
Rusya’nın en büyük yatırımı
Bulgarlara yaptığı belirtilmişti. Aynı alfabeyi kullanan, aynı dinin aynı
mezhebinde olan Bulgarlar; Rusya için kullanılmaya hazır bir malzemeydi.
Osmanlı tebaası Bulgar gençleri -ki bunlar genelde fakir ailelerin çocuklarıydı-
Rusya’ya götürüldüler ve bunlara eğitimle birlikte maddi imkânlar sağlandı. Bu
gençler aşırı Türk düşmanı olarak yetiştirildiler ve isyan için geri
gönderildiler. Bu işler Osmanlı’nın gözü önünde, hatta bilgisi dâhilinde oldu.
Ne yazık ki Osmanlı Yönetimi, her taraftan kıskaç altına alındığı bir ortamda,
buna karşı Rusya’ya bir hareket yapabilecek konumda değildi.
“Bulgar İsyanı” ya da Bulgarların penceresinden söylendiği
şekliyle “Bulgar İhtilali”;
üç farklı koldan ilerleyerek sonunda Bulgaristan’ın kurulmasına giden süreci
tamamlamıştır.
1-Bugünkü Bulgar toprakları
üzerindeki komitacıların, başta yağma olarak başlayan ve sonra ihtilal ile
birleşen isyanları.
2- Bulgar aydınlarının uyanma
hareketi diye tanımladıkları ve gazete dergi gibi yazılı materyallerle
desteklenen süreç.
3- İsyancılarla ve uyanışçılarla hiç
alakası olmadan başlayan, Rum Patrikhanesi’nin baskılarından bıkan kilise
önderlerinin, Patrikhaneye baş kaldırması ki bunun sonucu olarak 1870’de çıkan
Eksarhlık Fermanıyla gelişen süreç.
Bulgarların “Bulgar Paskalyası”, Bulgarca söylemi ile “Çarigradski Viligden”; 1
Nisan 1860’ta Haliç’te yaşandı. Bu tarih; Bulgar kilise hareketinin başlangıcı
kabul edilir. O gün kilisede olanlar Patriğin adının anılması gereken an
geldiğinde, hep bir ağızdan, dini önder İlarion Makariopolski’ye şöyle
bağırmışlardır: “Patriği anma
Sultan’ı an… Patriği anma Sultan’ı an...” Sonraki 10 yılda
yaşananlar sonucunda ise 27 Şubat 1870 Cuma günü, Sultan Abdülaziz’in verdiği
fermanla Bulgar Eksarhlığı resmen kurulmuştur. Panslavcıların ve Rusların
en az etkili olduğu kanal zaten kilisedir. Kilisenin Osmanlı yönetimi ile
sorunu olmayıp sadece Rum Patrikhanesi’ne karşı ayaklanmıştır.
“Osmanlı Rus Harbi”; Rumi takvimle 1293 yılına isabet
ettiğinden “93 Harbi” ya da “1877 1878 Rus Harbi” olarak
bilinir. Bu savaş Balkanlarda Tuna ve Kuzey Doğu Anadolu’da Kafkas cephelerinde
cereyan eden en büyük ve çok kanlı bir savaştır. Savaşın başlaması ile Fransa,
İngiltere, Almanya, İtalya ve Avusturya tarafsızlık ilan ederken; Romanya,
Sırbistan ve Karadağ ile birlikte, Bulgar çeteleri de Rusların yanında
savaşmışlardır.
Gazi Osman Paşa ile Plevne’de ve
Ahmet Muhtar Paşa ile de Doğu Anadolu’da bazı başarılar elde edilmişse de bu
savaş, Türk Tarihi’nin en büyük felaketlerinden biri olmuştur. Savaşın
kaybedilmesinden sonra Türk ve Rus heyetleri arasında 3 Mart 1878’de Aya
Stefanos (Yeşilköy) Antlaşması imzalanmıştır. Buna göre, Doğu Anadolu ve
Rumeli’de büyük Osmanlı toprak kaybının yanı sıra; Romanya, Sırbistan ve
Karadağ’ın bağımsızlığı ile “Tuna
Eyaleti”nde
kurulacak geniş bir “Bulgaristan
Prensliği” de kabul ediliyordu. Ancak büyük Avrupa devletleri, “Aya Stefanos Antlaşması”nı kendi
çıkarlarına uygun bulmayarak 18 Haziran 1878’de “Berlin Kongresi”ni tertiplemişlerdir. Bu anlaşmaya göre ise;
Doğu Anadolu’daki bazı yerler Osmanlı’ya iade ediliyor (Beyazıt ve Eleşkirt),
Romanya, Sırbistan ve Karadağ meselesi aynen kabul ediliyor, Büyük Bulgaristan
küçültülerek Balkan Dağları kuzeyinde oluşuyor, Makedonya ve Balkan Dağları ile
Ege Denizi arası topraklar Osmanlıya bırakılıyordu. Ayrıca Balkan Dağları
güneyinde kısmi özerk bir statüde “Doğu
Rumeli” adlı yeni bir eyalet kuruldu. Böylece 93 (1293) Osmanlı
Rus savaşı ve sonucunda imzalanan “Berlin
Antlaşması” ile nüfusunun yarıdan fazlası Türk olan bir Bulgaristan
devleti doğmuştur.
Osmanlı’nın bu savaştaki en büyük
kaybı ise Askeri ve siyasi yardım karşılığında Kıbrıs’ın yönetiminin
İngilizlere verilmesidir ki bu anlaşmanın doğurduğu kayıplar bu gün dahi
önemini korumaktadır. Bu harpte Bulgarlar, Türklere karşı katliam yapmışlar, on
binlerce Türkü öldürmüşlerdir. Bu savaşın komutanı aynı zamanda Rus Grand Dükü
olan “Aleksandır N. Nikolayeviç”tir.
İşte bu onbinlerce Türk’ün
öldürülmesinin emrini veren “Grand Dük
Nikolayeviç” için bu gün
hala Bulgaristan’da kiliselerde yapılan ayinlerde tercümesi şu olan bir pasaj
okunur:
“Blagjenopoçivşago
osvoboditelya naşego Aleksandır Nikolaeviça i vse voynov padsih na pole brani
da pomyanet gospog bog vo tsartvii svoem, vsega i ninye i prismo, i veki vekov”
Bunun tercümesi şöyledir:
“Kurtarıcı Merhum İmparator
Aleksandır N. Nikolayeviç ve dinimiz ve vatanımızın hürriyeti için şehit olan
bütün askerleri Allah katında analım.”
Bu söylem; Bulgaristan’ın hala
düşmanca davranışları terk etmediğini ispatlar. Zaten Plevne’de bir soykırım
müzesi vardır. Ayrıca Batak kentinde de buna benzer kiliseden bozma içinde
yüzlerce kafatası bulunan ve Türklerin soykırımını anlatan afişler de bulunan
bir soykırım müzesi daha vardır.
Bulgaristan’ın, Türklük karşıtı
söylemleri bırakmadığı gibi, bırakmayacağı da anlaşılmaktadır. Zaten Rum
Patrikhanesi’ne karşı, tüm yasalarımızı hiçe sayarak aldığı tutum ya da destek
de bilinmektedir.
Türk katili Grandük için dua etmek
ve şükran ortaya koymak anlamındaki bu söylem; Osmanlı yönetimi süresince ve
Cumhuriyet’ten sonra İstanbul’daki Bulgar Kiliseleri’nde hiçbir zaman
söylenmemişti.
İstanbul’daki Bulgar Cemaati
Başpapazı Konstantin Kostoff; 2002’de rahatsızlanarak ameliyat olduğunda
Bulgaristan’dan Milko Topuzliev adında bir papaz getirtildi. Bu papazı
Patrikhane destekleyicileri çok güzel bir şekilde kullandılar. Topuzliev
geldiği andan itibaren, Aleksandır N. Nikolayeviç ve askerleri için o fatihayı
okumaya başladı. Bunun ne anlama geldiğini soranlara ise Bulgaristan’daki
kiliselerde yapılan duaların aynısını okuduğunu belirtti.
Topuzliev gitti yerine yine Bulgar
uyruklu papaz “Angel Velkov” geldi ve o da bu söyleme devam etmeye başladı.
Papaz Angel, daha da ileriye gitti ve yanında getirttiği bir ayin ritüelini şu
an Rum Patrikhanesi’nin güdümünde olan Bulgar Kiliseleri Vakfı Yönetimi’ne
bastırttı. Bu kitapçık halen Şişli’deki kilisede dağıtılmaktadır.
Ritüelin 13. Sayfasında; Rum
Patriği’ne “Ekümenik” denmekte ve Rus Çarı ile askerleri için söylenen Fatiha
da içinde yer almaktadır. Son sayfasında (27.) ise; Türkiye’deki Bulgar
Ortodoks Kilise Cemaati yazmaktadır. Bu bir anlamda; Bulgaristan’ın
1878’de Osmanlıları birlikte kestikleri/katlettikleri Rus askerleri ve onların
Çarına olan ve bu gün dahi devam eden şükranlarının göstergesidir.
İstanbul’daki T.C. vatandaşlarının
cemaatine ait bir kilisede, aynen Bulgaristan’da olduğu gibi, Türkleri
katleden Rus Grand Düküne ve Rus askerlerine Fatiha okunmaya halen devam
edilmektedir. Çoğunda başta Yunanistan ve Bulgaristan olmak üzere başka
ülkelerin pasaportları da (gayri yasal olarak) olan Bulgar Kiliseleri
Vakfı Yöneticileri bunu desteklemekte ve hâlâ atılamayan bu kine ortak
olmaktadırlar.