24 Temmuz 2012 Salı

TÜRKİYE’DEKİ BULGAR CEMAATİ İLE İLGİLİ BİRKAÇ TARİHİ BELGE


Osmanlı döneminde, İstanbul’da yaşayan Rum ve Bulgarlar arasında sürekli olarak anlaşmazlıklar çıkıyordu ve bu Fener Rum Patrikhanesi’nin, Bulgar Ortodoks Cemaati üzerindeki baskısından kaynaklanan bir durumdu. 1869’da kilise kavgalarından rahatsızlık duyan Babıâli meseleyi ele aldı ve Sultan Abdülaziz tarafından 11 Mart 1870’de (8 Zilhicce 1286) onaylanan bir ferman çıkarıldı.[1] Kısaca “Bulgar Eksarhlığı Fermanı” olarak bilinen bu fermana Rum Patrikhanesi 5 Nisan 1870’de itiraz etti. Uzun süren bir yazışmalar, itirazlar süreci yaşandı ve ferman bu süre içinde yürürlüğe giremedi. Sultan Abdülaziz’in emriyle 6 Mart 1872’de (25 Zilhicce 1288) Vidin Metropoliti Antim Efendi’nin ilk Bulgar Eksarhı olarak seçilmesi ile Bulgarlar artık resmen Fener Rum Patrikhanesi’nden ayrılmış oldular. Rum Patrikhanesi Dini Meclisi  (Sen Sinod) 10-24 ve 28 Eylül 1872 tarihlerinde yaptığı üç olağanüstü oturum sonucunda padişah fermanına rağmen tüm Bulgarları aforoz ettiğini ilân etti.[2] Ancak Bulgar kaynaklarında sıkça rastlandığı üzere, bu “shizma”  (Aforoz) işini Bulgarlar pek de ciddiye almamışlar ve hatta bunu bir alay/gırgır vesilesi olarak da telâkki etmişler.[3]


9 Eylül 1944’de Bulgaristan’da Sovyet Rusya destekli komünist bir rejim başladı ve Ortodoks Dünyası’nın liderliğini ele geçirmek isteyen Rus Patrikhanesi ile Fener Rum Patrikhanesi arasındaki rekabetten kaynaklanan bir durum ortaya çıktı. Komünist Rusya’nın yöneticileri, Bulgaristan gibi komünist idare altındaki diğer ülkelerin ulusal kiliselerini de kendi kiliselerine manevi açıdan bağımlı hale getirmeyi amaçladılar ve Ocak 1945’te, Moskova’da bir Ortodoks Birliği Toplantısı yapıldı. Bu toplantıda Rum Patriğine, Bulgarların aforozunun kaldırılması için baskı yapıldı. Sıkışan Rum Patriği, Bulgarların kendisine bir mektup yazarak 1872’deki ayrılma için özür dilemesini istedi. Bu özür mektubunun ardından da aforozu kaldıracağını vaat etti. Saçma olmakla birlikte toplantıda benimsenen bu çözümün ardından 5 Şubat 1945’de üç Bulgar din adamı Patrikhane’ye giderek Rum Patrikhanesi yetkilileri ile bir protokol yaptılar. 19 Şubat 1945’da ise Rum Patrikhanesi ”Tomos” denilen bir belge yayınlayarak Bulgar Kilisesi’ni artık tanıdığını ve kucakladığını açıkladı ve böylece aforoz süreci bitmiş oldu. Birçok tavizler de verilerek yapılan bu protokolün ardından Rum Patrikhanesi atağa geçerek Bulgar Cemaati’ni, 1860’lı yıllarda olduğu gibi ezmeye ve yönetmeye kalkıştı…

Bu süreç ve 1872 aforozunun 1945’te kalkması için yapılan “Protokol” hadisesi ile ilgili olarak; bu sitede -2 bölüm halinde- yayınladığımız [4] ya da 2023 Dergisi Haziran 2012 sayısında çıkan “Haliç’teki Demir Kilise ve Bulgar Cemaati’nin Tarihi” [5] adlı makalemizde tüm ayrıntılar bulunmaktadır.

Bu makalemizde ise 1945 Protokolü’nün yapılmasının ardından yaşananlar ele alınmaktadır. Ayrıca arşivimizde bulunan 1934 yılına ait önemli bir belge ile 1945/1947 senelerine ait birkaç belgenin paylaşılması amaçlanmıştır. Vurgu yapılmak istenen bir önemli husus ise o dönemde Türkiye Cumhuriyeti’nin hiçbir surette dini özgürlükler açısından müdahale etmediği Türkiye’deki Bulgar Ortodoks Cemaati’ne Rum Patrikhanesi tarafından yapılan baskıdır.

Bu makaledeki konular ve bahsi geçen belgeler tarafımızdan yazılmış olan “Patrikhane ile Mücadelem – Bulgar Eksarhlığı Vakfı’nda 15 Yıl” adlı kitabımızdan alıntıdır. [6] 


İSTANBUL’DAKİ BULGARLAR 

1944’te Bulgaristan’ın “Komünist” rejime geçmesinden sonra, Türkiye’de “Bulgar” sıfatında olmak güzel bir şey değildi. Çünkü Bulgaristan komünistti ve Bulgarlar da komünisttiler. Ancak burada Türkiye’nin Bulgar Cemaati’ne karşı baskıcı bir tutumu olduğu kesinlikle iddia edilmemektedir. Zira başta A.B.D. ve Avrupa ülkelerinde bulunan ya da yaşayan Rusların durumu da buna benzerdi. Hele Amerika’da komünist kelimesinin bir yerde yüksek sesle telaffuz edilmesi dahi F.B.I.’ın o kişinin peşine takılması için yeterliydi. (Bu hikâyeye uyan onlarca film dahi var.) Türkiye, Bulgaristan Kilisesi ile Rum Patrikhanesi arasındaki dini bir akde hiçbir zaman taraf olmamış ve karışmamıştır. 1945 yılında yapılan ve Bulgaristan ile Rum Patrikhanesi arasındaki “Protokol” da bu bağlamda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni hiçbir suretle bağlamamaktadır. Bu konudaki en somut belge; Patrikhane’ye karşı açtığımız, bir davanın gerekçeli kararıdır.[7] Kararın en önemli kısmı şöyledir:  “Bulgaristan Ortodoks Kilisesi ile Fener Rum Patrikhanesi arasında 1945 yılında yapıldığı belirtilen anlaşmanın, Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşları, Anayasal Laik düzeni yönünden hiçbir bağlayıcılığı ve geçerliliği olamaz. Aksi halde egemenliğin ve Anayasal laik düzenin “kilise anlaşmaları” ile kolayca ortadan kaldırılması söz konusu olur…”

Osmanlı Padişahlığı zamanında;, tüm Ortodoksların “Rum Milleti” olarak sayılması nedeniyle Rum Patrikhanesi’nin dini yetkilerinden ayrı olarak idari/cismani yetkileri de vardı. Bu yetkilerini daima paraya tahvil eden Rum Patrikhanesi; ihtiyaç duyulan dini belgeleri dahi para kazanma amacıyla vermekteydi. Bu işleme de “Vula” deniyordu.  (Vula; Rumcada “Mühür” demektir.) . Ancak Rum Patrikhanesi, 1872 aforozundan itibaren bu gelir ve tabi bu işlemden doğan kendi kurumuna aidiyet kaynağını kaybetmişti. 1945’te yapılan protokolün hemen ardından Patrikhane bir atağa geçerek, Bulgar Cemaati’ni tamamen kendi idaresi altına almak için baskı yapmaya başladı. 


1934 

Osmanlı zamanında Patrikhaneler ve Hahamlığın; dini imtiyazların aynı sıra idari imtiyazları da bulunuyordu. Bunların arasında nikâh, boşanma, kişiler arasındaki maddi sorunların halledilmesi ve eğitim gibi daha birçok husus sayılabilir. 1926’da Medeni Kanun’un yürürlüğe girmesiyle birlikte bu yetkiler, dini müesseselerin elinden alındı. Ancak kilise yönetimleri eski yöntemleri uygulamaya devam etmek istediler. 1934 yılında bu yasayı pratikte henüz uygulamadıkları da anlaşılmaktadır.

Bulgar Eksarhlığı Kapukehayası Toma Nikolof; Bu yasa ile birlikte ne olup bittiğini bir rapor halinde Eksarhlık Vekili Ohrid Metropoliti Boris’e 4 Ekim 1934 tarihinde şöyle bildirmiş: [8] 

(Raporun içeriği Türkiye’deki kiliselerin o günlerdeki şaşkınlığını ve çıkan kanuna rağmen nasıl bir arayış içinde olduklarını göstermek açısından çok önemlidir. )

“İstanbul Patrikhanelerindeki “Boşanma” davaları hakkında, Eksarhlık Vekili Ohrid Metropoliti Boris’e bilgi için tevdi edilen rapor

Sayın Despot, 

Boşanmalarla ilgili yeni yasanın Türkiye’de yürürlüğe girmesi nedeniyle Rum ve Ermeni Patrikhaneleri nezdinde yapmış olduğum araştırmaları, sözlü isteğiniz üzerine, bilginize sunuyorum.

1- Yasanın yürürlüğe girdiği tarih olan 4.10.1926 tarihten beri, Ermeni ve Rum Patrikhanelerinde dini mahkemeler lağvedilmiştir, yoktur.

2- Medeni nikâh kıymış olan Ermeniler,  boşanmalarında,  Patrikhaneye de müracaat ederler.  Patrikhane boşanma sebeplerini araştırır ve kilise kanonlarına göre bir mahsur yoksa kendi açısından da boşar. Yok, eğer boşanmaları kilise kanonlarına aykırı ise,  onların dini nikâhını iptal etmez. Ve boşananlar bundan sonra durumlarını Medeni Kanuna göre yürütürler.  Fakat tekrar kilisede evlenemezler.

3- Rumlar boşandıkları takdirde, durumu Patrikhaneye bildirirler. Patrik konuyu sekreterine  (protosingel) havale eder. Protosingel eşleri çağırır ve onlarız barıştırmaya gayret eder. Protosingel başarıya ulaşamazsa,  kilise kanonları açısından,  onları ya boşar ya da dini evliliğin devamını emreder.  Tekrar evlenmek istediklerinde konu tekrar gözden geçirilir.

Bana verilen bilgiye göre,   şimdi Patrikhane’de bu davaları yalnız Protosingelin kararına bırakmamak için,  bir komisyon kurulacaktır.  Ve bu komisyon boşanma davalarını tetkik edecek.

Yukarıdaki bilgilerden öyle anlaşılıyor ki Ermeni ve Rum Patrikhaneleri medeni nikâh ile kilise nikâhının ayrı bir şey olduğunu kabul etmiş durumdadırlar.  Medeni nikâhın bozulması halinde,  kilise onay vermedikçe tekrar kilisede evlenemiyorlar. Dini mahkemeler olmadıkça,  bu kilise nikâhı kavramı, pratikte tatbiki imkânsızdır.  Bu nedenle her iki Patrikhane  (dini mahkemelerin lağvından sonra) yukarıda sözü edilen prosedürlere göre hareket etmek lüzumunu duymuşlardır.  Bu da eskiden olduğu gibi, bir nevi dini mahkeme kuruluşları vazifesi görmektedirler.

Bu durumda kanaatimce,  bizdeki prosedürün değişmesi için bir neden görmüyorum.  Şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da, boşanma davaları bir dini mahkeme tarafından tetkik edilsin. Tabii ki resmi boşanmalara saygı gösterilmesi gerekir. O zaman Dini Mahkeme; ortadaki nedenleri göz önünde tutarak, dini nikâhı bozma ya da bozmama kararını vermek mecburiyetinde olacaktır. 4 Ekim 1934 İstanbul

Eksarhlık Kapukehayası Toma. Nikolof” 


1945/1947 

Protokolün hemen akabinde; Rum Patrikhanesi baskıcı taleplerde bulunmaya başladı. Protokolde imzaları olan ve bu iş için Sofya’dan gelmiş bulunan papazlar Boris ve Sofroniy İstanbul’da kalmaya devam etmekteydiler. Rütbece onlardan bir alt olan, 1945 protokolündeki 3. İmzanın sahibi olan Andrey Veliçki ile aralarında husumet çıkmıştı. Veliçki’nin o esnada gayri resmi de olsa Eksarhlık Vekilliği sıfatı vardı ve o bunu kullanmak arzusundaydı.  Öte yandan ise Veliçki bir zaman sonra Amerika’ya gitmek üzere de hazırlık yapmaktaydı. Çok karışık bir dönemden geçiliyordu ve kurt puslu havayı sever misali Rum Patrikhanesi dişlerini bilemiş ve bildiği yöntemlerle harekete geçmişti. Veliçki; bazı gelişmeleri, 12 Nisan 1945 tarih ve 61 sayılı, “Çok Gizli” ibareli bir mektupla durumu Eksarh Stefan’a şöyle anlatmış: [9] 

“Sayın Eksarh,  Sofya. 

İlişkilerin yeniden kurulması ile Bulgar Kilisesi ile Ekümenik Patrik­lik arasında; Bulgar Kilise idaresinin İstanbul’u terk etmesi gerekmektedir. Dolayısıyla Eksarhlık Vekilliği lâğvedilmeli,  vekilinin de İstanbul’u terk etmesi gerekmektedir. Bulgar Kilise Cemaati,  yeni kararlar ışığında yeniden kurulsun.

Eksarhlık Vekilliği, evvelki gibi hareket etmeğe devam etmekte olup, “Bulgar Eksarhlığı”  başlıklı kâğıtlarını kullanmağa devam etmektedir. Patrikhane şimdilik bir şey dememektedir. Herhalde tasfiye dönemi olduğunu düşünmektedirler.  Amerika’daki Bulgar Eparhiyası’nın Episkopu olarak, hareket formaliteleri sonuçlanıncaya kadar biz daha buradayız. Fakat bu durum daha fazla devam edemez.   Çünkü Patrikhane her an varılan antlaş­maya göre hareket edilmesini isteyebilir.  Yani, Eksarhlık Vekilliği kapatılsın,  biz Amerikalıya gidelim, Bulgar Ortodoks Kilisesi yeni duruma göre organize olsun. Patrikhane’nin itirazı üzerine hiç kimse ciddi bir şekilde karşı koyamaz.

Onun için herhangi ilgili merciler tarafından bir sürprizle karşılaşma­mak için,   gereken organizasyon tedbirlerinin alınması için duacıyız. Her şeyden önce buradaki Kilise Cemaati’nin unvanı ne olacaktır?   Rus Kilisesi,  İstanbul ve civarında bulunan (hangi Rum enoriyasında yaşasın­lar) bütün Rusların haklarını savunabilmek için “Konstantinopolis Rus Kilisesi Bölgesi”  olarak ad almıştır.  Kanaatimizce, İstanbul’da iki enoriyanın ve üç kilisenin var olduğunu düşünürsek,  en iyisi “İstanbul Bulgar Eksarhlık Vekilliği”  adını alsın. Bu şekilde daha evvel mevcut olan Bulgar Eksarhanesi’nin geleneği devam etmiş olacaktır. Bu şekilde Patrikhane de oldubitti ile karşı karşıya kalınca,  fazla itiraz etmeyecektir.

Kilise hayatının bir an evvel rayına oturabilmesi için, hemen, başlarında bir başkanları olarak,  bir ruhani personelinin gönderilmesi,  önemle belirtiyorum;  Papaz Boris Astarcief ile Roman Petrof daha fazla burada kalmamalıdır.  Bu iki papaz yaptıkları kötülüklerle kalmayıp, bu davranış­larına devam etmektedirler.  Şüphe yok ki kalırlarsa zarar vermeğe devam edeceklerdir.  Onun Sen Sinod’tan onları geri çekmesini isteyeceğiz.  Son defa olarak rica ediyoruz.  Esasen Nevrokopski Boris ile Tırnovski Sofroniy,  vermiş oldukları zararları yerinde görmek fırsatını bulmuşlar­dır.  Onun için bunların İstanbul’da kalmaları çok sakıncalıdır.

Shizmanın kaldırılmasında,  her ne kadar iki taraf ta birbirilerine karşı gayet nazik davrandılarsa da,  tarihten gelen bir gerçeği de göz ardı etmememiz gerekmektedir.  Bu gerçek bugün de devam etmektedir.  Onun için her nereden gelirse gelsin,  bu badirelere karşı koyabilecek,  patriot,  namuslu,   göre­vini müdrik ruhanilerin İstanbul’a gelmeleri gerekmektedir.  Onun için Sveti Sinod’un bu gerçekleri göz önünde tutarak,  ona göre hareket etmesi gerek­mektedir.

Eksarhlık Vekilliği İdarecisi 
Veliçki Metropolit

(Üç sayfalık bu mektubun üzerinde çok fazla düzeltme ve karalama bulunmaktadır ve cümlelerin çoğu düşüktür. Bu nedenle tercümede ifadelere sadık kalınmıştır.) 

O tarihte burada bulunmasına göz yumulan Andrey Veliçki yumuşak bir üslupla 13 Aralık 1945’te sınır dışı edilmiştir.[10] Veliçki’nin gidişinden sonra kiliselerin başına Protoirey rütbesindeki Yoakim Mustref geçti. Mustref, Rum Patrikhanesi ile yeni başlayan ve asimilasyona yönelik taleplerle karşılaşınca bunlara hayır dedi. Mustref’in karşısına hemen Blagoy Çiflianov çıkartıldı ama o da Bulgar vatandaşıydı ve bir müddet sonra o da İstanbul’dan ayrıldı. Bu fırtınalı dönemde Papaz Yoakim Mustref; 21 Mart 1946’da Bulgar Eksarhı Stefan’a bir mektup yazarak şunları dile getirmiş: [11] 

“Sayın Eksarh; Bugün 21 Mart 1946 tarihinde saat 11’de (öğleden evvel) 16 Ocak 1946 tarih ve 142 sayılı yazı ile 2.62.1946 tarih ve 1119 sayılı yazınız ile 26 Şubat 1946 tarihli yazılarınızla iletmemizi istediğiniz iyi kardeşlik niyetlerinizi, Sayın Başkonsolos Lazar Popovski ile birlikte Patrikhaneye giderek yerine getirdik. Göndermiş olduğunuz Sveti İvan Rilski [12] ikonasını Patriğe hediye olarak verdik. Çok memnun oldu, dikkatle inceledi, haçını çıkardı ve öptü. Büyük bir sevinçle kabul ettiğini söyledi ve Sveti İvan Rilski’nin bütün Bulgaristan’ın hamisi olmasını diledi, kardeşlik minnetlerini Sayın Eksarha iletmemizi bizden istedi, ka­bul edilmemiz ve uğurlanmamız gayet samimi bir ortamda cereyan etti. 

Sayın Ekzarh: Bu gayet huzursuz zamanlarda. Patrikhane ile olan ilişkilerimiz hakkında sizleri da­ima haberdar etmeyi, amir bir görev olarak kendimde görüyorum. İstanbul’daki Bulgarlar bundan böyle bir ruhani reislerinden mahrum kalacakları için çok üzgündürler. Herkes bunun neden böyle olduğunu anlamak ve öğrenmek için gayret sarf etmektedir. Kendilerine bunun kilise kanonlarının bir gereği oldu­ğunu ve herkesin buna itirazsız itaat etmeleri gerektiğini anlatmaya uğraşıyoruz.

Fakat Patrikhane’nin dayattığı istek üzerine, dini belgelerin (Vaftiz, Evlenme Belgesi ve “Vula” evlenme müsaadesi) Rumca olarak verilmesi gerektiğini bir türlü kabul etmek istemiyorlar. Bize söyleyin diyor­lar: “Hangi Kilise Kanonu, belgelerin Rumca olarak verilmesini emrediyor.” Cemaat kararlı olarak bu duruma karşı geliyor. Bazı kimseler ise, Bulgar Katolik Kilisesi’ne bağlanacaklarını, mezhep değiştireceklerini söylüyorlar ve hiçbir surette Rumca belgeleri kabul etmeyeceklerini de ifade ediyorlar.

Sayın Eksarh: 

Milli Kilisemiz ve Ekümenik Patrikhane ile olan ilişkilerimizin esenliğinin korunması için, 14 tarihli yazınız doğrultusunda, elimden gelen bütün gayretimle hareket ediyorum. Protosingel’le ve Bay Fotiyadis’in huzurun da üçüncü görüşmemizde tarafımızdan gelecek talimata kadar, bugüne kadar olan prosedüre göre hareket etmek için mutabık kaldık.”   

(Not: Elimizdeki belgede yazı burada bitiyor.) 

30 Temmuz 1946’da Bulgar Eksarhı’ndan Yoakim Mustref’e 4094 sayılı şu mektup geldi: [13] 

“Sayın Protoierey; Sen Sinod, aldığı bir kararı tarafınıza iletmeyi kararlaştırdı. Buna göre İstanbul’daki Bulgar Eksarhlık Vekilliği, oradaki Bulgarlara vereceği dini kilise belgelerini, Ekümenik Patrikhanesi’nden satın alabi­lecektir. Fakat bu belgeler yalnız Bulgarca olarak basılmış olacaklardır. Bu gayet önemlidir. Birçok açı­dan ve İstanbul’daki soydaşlarımız bunun böyle olmasını istediği için çok önemlidir.

Tanrının saadeti üzerinde olsun 

Bulgar Eksarhı Stefan” 

8 Ağustos 1946’da Yoakim Mustref’i, Patrikhaneye çağırarak zoraki bir “Mahkeme” önüne çıkartmışlar. Mustref’in, Bulgar Eksarhı Stefan’a 9 Ağustos 1946’da yolladığı telgraf metni şöyledir: [14]

“Evlenme izni (Vula) konusu Patrikhane tarafından tekrar gündeme getirildi. Dün beni tekrar ruhani mahkeme önünde çağırıp çıkardılar. Eğer VULA almazsam evlenme törenlerini yapamayacağımı bil­dirdiler. 

Kilisemizde düğünler olacağından emirlerinizi bekliyorum ve size yazılı bir rapor gönderiyorum. Cemaat mensupları Patrikhane’nin bu isteği karşısında son derece sinirlidirler. Yoakim Mustref” 

Mustref’in, Bulgar Eksarhı’na yazdığı 10 Ağustos 1946 tarih ve 89 sayılı mektubunda da 8 Ağustosta olanlar ayrıntılı bir biçimde ifade edilmektedir: [15] 

“Sayın Eksarh; 

Bu ayın ikisinde Patrikhane’den, 8.8.1946 tarihinde orada bulunmam için yazılı davetiye aldım.

Neden davet edildiğimi bilmiyordum. Zamanında orada oldum. Beni Protosingelin makam odasına soktular. Orada 7 ruhani kişi vardı. İkisi metropolit, dördü arhimandrit ve bir dyakon. Bu resmen ruhani bir mahkeme idi!

Başkan metropolit, davet edilmemin nedenini açıkladı. Beni daha evvel uyardıkları halde onlardan “Vula” almadan düğünler yapmakla suçladılar. Kendilerine 28.12.1945 tarihinde tercüman Bay Fotiyadis’in huzurunda yapmış olduğum konuşmayı hatırlattım. Buna göre mutabık kaldığımız üzere, Bul­gar Eksarhı’ndan bana talimat gelinceye kadar (83 sayılı telgraf - tarih 1945) beklememi ve cevap ge­linceye kadar eski prosedüre göre hareket edebileceğim doğrultusundaydı. Fakat ne enteresandır ki, Protosingel bu konuşmayı hatırlayamadı.

Mahkeme patrikhaneden “Vula” almadıkça düğün yapmamı yasakladı. Mahkeme heyeti bana, İstan­bul’daki Bulgar ruhanilerin, dinsel ve idari açıdan tamamıyla Patrikhaneye tabi olduğunu ve Bulgar Eksarhanesi’ne hiçbir surette tabi olmadıklarını söyledi. 

Patrikhaneden vula almak mecburiyetinde olmamız cemaatimizi derinden heyecanlandırmakta­dır. Çünkü bu davranışı; “Rum Lisanı’nı kilisemize sokmak ve ruhani esaretin tekrar kurulması” olarak görmektedirler. Bu tabii bir başlangıçtır. Çünkü bugün vula ile başlarlar daha sonra başka belgelerle. (Örneğin: Rumca-Bulgarca olarak yazılmış vaftiz belgelerini bize kabul ettirmek istedikleri gibi.) Diğer taraftan bu davranışlarında, Sveti Stefan Kilisesi’ne el koyarak kendi enoriyalarına (Dini hükümranlık sahası.) bağlamak hayallerini görmektedirler. Bu şekilde bizim için tarihi ve kutsal olan bir mabetten mahrum kalacağız. Eksarh Yosif’in dediği gibi; “...Bu alelade bir Kilise değildir. Bu anıt; sinesinde mert ve fedakâr devlerin, fertlerin tozlarını barındırmaktadır. Çeyrek asırlık çalışma, savaş, ıstırap ve umutlarla, Bulgar Halkı’nın imanından, umutlarından ve sevgisinden yapılmış bir çelenktir. Mert, cesur ve tanrı sevgisi ile dolu çobanların mabedidir. Ruhani ve sivil fertlerin ulu ve sarsılmaz ruhlarının mabedidir.” (1898 tarihinde, Sveti Stefan Kilisesi’nin, Eksarh Yosif tarafından kutsandığında söyledi­ği söylevden) Bu nedenle himayeme tevdi edilen Cemaatimin evlatlarının istekleri şunlardır: Bu kutsal mabedi koruyunuz, bu şehirdeki Bulgarların kilise hayatının bağımsızlığını korumanızı rica ediyoruz.

Sayın Eksarh: İzninizle, Veliçki Episkop Andrey’in 19 Kasım 1945 tarih ve 157 sayılı yazısı ile size yazmış olduğu değerli düşüncelerini hatırlatmak istiyorum. O Patrikhane’nin davranışlarını daha önce­den sezmişti. İşte düşünceleri: “Bilindiği gibi İstanbul Patrikhanesi daha evvel de değerli kâğıtlar konusunu gündeme getirmişti. Bunu Siz de biliyorsunuz. Eğer bu konu düzeltilmezse, İstanbul’daki Bulgar Kilisemiz daima Patrikhane tarafından rahatsız edilecektir.” Ne yazık ki bu korkular gerçekleşmiştir.

Sayın Eksarh: Bulgar Elçisi Sayın Vırban Angelov’a, İstanbul’da iken. Belgelerle ilgili (Rumca-Bulgarca) konu kendisine anlatıldığında, kendisi bunu hiçbir surette kabul etmememizi istedi. Çünkü “Bu yalnız bir kilise konusu değil, aynı zamanda bir devlet konusudur” dedi. Zamanında, eski Elçi Nikola Antonof’da aynı şekilde ifade etmişti.

Sayın Eksarh: Bu yazıyı, 9 Ağustos 1946 gün ve 89 sayılı telgrafıma teyiden gönderiyorum. vula ile il­gili olarak gerekeni yapmanızı önemle rica ediyorum. Çünkü bekleyen düğünler vardır. Cevabınızın gecikmesi halinde, 16 Ocak 1946 gün ve 142 sayılı yazınız talimatınız doğrultusunda hareket edeceğim. Bilgilerinize sunarım. Aksi takdirde Cemaatimin içinde büyük huzursuzluklar doğabilir.

Saygılarımla,  
Protoierey Yoakim Mustref” 

Yoakim Mustref; 18 Eylül 1946’da yazdığı 108 sayılı mektupla Bulgar Büyükelçisi’ne de durumu aktarmış: [16] 

“Sayın Büyükelçi – Ankara

Geçen ayın 31 tarihinde, Bulgar Eksarhı’ndan; Rum Patrikhanesi’nden, Bulgarca olmak şartıyla, Bul­gar Eksarhlık Vekilliği’ne bağlı dindaşlar için her türlü dini belgeler almak talimatı aldım. Bulgar Sen Sinod’u, aynı yazıyı 29 Temmuz 1946 gün ve 31113-8-V numaralı yazısı ile Diyanet İşleri Müdürlüğü’ne de göndermiş olduğunu belirtiyor.

Bu konu ile ilgili olarak tamamlayıcı bilgi almak üzere bu ayın 11’inde Bulgar Eksarhı’na da bir yazı yazdım. Bu yazının bir nüshasını tarafınıza gönderiyorum. Bu problemin daha akılcı ve doğru bir çözüme bağlanabilmeği için ilginizi rica ediyorum. Aynı zamanda mümkünse sözü geçen değerli kâğıtların Patrikhane’den alınmamasının teminini sizden rica ediyorum.

Patrikhanenin isteklerinin hiçbir dayanağı yoktur. Çünkü shizmanın kaldırılmasında. Türkiye’deki Bulgar Kiliseleri’nin bağımsızlığı kabul edilmiştir. Patrikhane bu istekleri ile Bulgar Kilisesi’ni kendisine bağımlı kılmak istiyor. Bu Türkiye’deki diğer kiliseler için de söz konusudur. Bu şekilde müstakil bir Bulgar Kilisesi için yapılan bütün uğraşlar başarısızlığa uğratılmış olacaktır.

Saygılarımla 
Protoirey Yoakim Mustref” 

Bulgar Büyükelçiliği 24 Eylül 1946’da, İstanbul’a, Bulgar Eksarhlık Temsilciliği’ne diye muhatap alarak, 923 sayılı bir mektup gönderdi ve Rum Patrikhanesi’nin gerekirse pek dikkate alınmaması ve önemsenmemesi hususunda bir cevap verdi: [17] 

“Bulgar Eksarhlık Temsilciliği’ne. Konu: 18 Eylül 1946 gün ve 108 sayılı yazınıza cevaptır.

11 Eylül 1946 gün ve 102 sayılı yazınıza Bulgar Eksarhı’nın verdiği cevabın talimatları doğrultusunda hareket edeceksiniz. Sanırım kendisine yapmış olduğunuz telkinler onu ikna etmiştir. Bunun için Rum Patrikhanesi’ne gereken bilgiyi verin.

Eğer Patrikhane Rumca olmadan ve bizim teklif ettiğimiz gibi belgeler vermeye yanaşmıyorsa, ga­yet basit olarak onlara hiçbir şekilde önem vermeyiniz ve belgelerinizi şimdiye kadar yapmış olduğunuz gibi Bulgarca vermeye devam ediniz. Elçiliğimize, Bulgar Eksarhı’nın tarafınızdan bu konu ile yazılmış ya­zınıza verdiği cevabın bir nüshası da göndermenizi rica ederim.   

Ankara, 24 Eylül 1946 
Büyükelçi V. Angelof” 

1945’te başlayan bir asimile sürecinin sonunda, Türkiye Devleti’nin uyumadığını ve olan biteni çok iyi bir şekilde gözlemlediği anlaşılmakta, ancak olayın dini ve kiliseler arası bir sorun olması ve vakıf ve kilise yönetimi ile hiçbir cemaat mensubunun bu olaylardan ötürü resmi bir şikâyette bulunmadığı için herhangi bir müdahalede bulunmadığı anlaşılmaktadır.

Yoakim Mustref’i 19 Kasım 1947’de o zaman Sirkeci’de bulunan 1.Şube’ye (O zaman istihbarat ve siyasi işlere bakan şube) çağırıldığı, aynı gün Bulgar Eksarhı’na yazdığı 181 sayılı bir mektuptan şöyle anlaşılmaktadır: [18] 

“Sayın Eksarh; 

Bugün 19 Kasım,  Emniyet Müdürlüğü’nün siyasi kısmından çağırıldım ve bu sorulara cevap vermem istendi. Neden Eksarhlık Vekili olarak imza atıyo­rum.  Çünkü Eksarhlık 1913 yılında Sofya’ya taşındı.  Diğer taraftan neden eski başlıklı kâğıtları kullanıyorum ve eski mührü basıyorum.(muhaberatta)

Cevabım; Eksarh Yosif gittikten sonra yerine vekil tayin etti.  O tarihten beri Eksarhlık Vekilliği ihdas edildi.  Antetli kâğıtlar ve mühürler Eksarhlığı İstanbul’da olduğu zamanlardan kalmıştır. Esasen değişikliğin olduğu “Eksarhlık Vekilliği’nden” de görülmektedir. Bunu müteakip bana şunları sordular:

1- Siz Rumlarla bir değil misiniz?  Bunun için protokolünüz var ya?
Cevap: Dinimiz aynıdır,  fakat diğer şeyler farklı ve ayrıdır.

2- Siz nereden maaş alıyorsunuz?      
Cevap:  Maaşları Bulgaristan’daki Sen Sinod’tan alıyoruz.

3- Türk vatandaşı olan,  burada ve Bulgaristan’da, başka papazlarınız var mı?
Cevap: Burada Türk vatandaşı benden başka papaz yoktur. Bulgaristan’da var mı bilmiyorum.

Bu sorulardan sonra bana bunları söylediler. Antetli kâğıtları ve mühürleri değiştireceksiniz, içeriği hakkında Valilik size talimat verecektir. Valiliğe müracaat ediniz. Bunları yerine getirmezseniz sorumlusunuz.

Türk memurlarının bana karşı davranışı gayet nazikti.

Bana yöneltilen sorulardan: “Rumlarla bir değil misiniz?” ve  “Bunun için protokolünüz var ya”dan anlaşılıyor ki Rum Patrikhanesi Türk Makamları nezdinde bazı telkinlerde bulunmuştur.

Türkiye’deki hukuki durumu göz önünde tutarsak, Valiliğin kilisemizin durumunun “Eksarhlık Vekilliği’nin ilgası ve bu şekilde İstanbul ve diğer yerlerdeki kiliselerimizin ayrı ayrı olarak belirlenmesi ile neticelenebilir.  O zaman başlıklı kâğıtlar her kilise için ayrı alarak tanzim edilmesi gerecektir.

Shizmanın kaldırılması için tanzim edilmiş olan “Tomos”a göre,  İstanbul’daki Bulgar Ortodoks Kilisesi Cemaati müstakil ve ayrı bir ünite olarak dini davalarını düzenlenebilecektir. Burada zikredilmesi gereken bir husus ta mevcut Türk Kanunları,  dini cemaatlerin varlığına müsaade etmemektedir.

Şu halde, Bulgar Kilise İdaresinin İstanbul’dan çekilmesi ile ve bu meyanda Rum Patrikhanesi’nin Eksarhlık Vekilliği’ni de ortadan kaldırmak istemesi,  Bulgar Ortodokslarının İstanbul ve Türkiye’nin diğer yerlerin­de gerçek olarak kilise hayatının tanzimini Türk Makamları’nın kabul edebileceği bir şekilde,  imkânsız kılmaktadır. Bu şekilde Bulgarlığı dini ve milli olarak ortadan kalkmak­tadır. Bu da Eksarhlık geleneklerinin tamamıyla ortadan kalkmasına ve bizim için her açıdan değerli olan milli müesseselerimizin tamamıyla Rum Patrikhanesi’nin sultası altına girmesine yol açacaktır. Yukarıdaki açıklamalarımdan,  bundan böyle Eksarhlık Vekilliği’nin devam etmesine imkân yoktur.

Bulgar Ortodoks Cemaati, Rum Patrikhanesi’nin girişimleri sonucunda, yok olmak tehlikesi ile karşı karşıyadır.  Acilen talimatlarınızı beklemekteyim.

Bilgi olarak, Rumların Anadolu’da hezimete uğratılmaları ve Cumhuriyet’in ilânı ile Türk Makamları’nın gayesi,  Rum Patrikhanesi’nin bütün hak ve imtiyazlarının ellerinden alınması idi. Bu şekilde onların dini-idari durumlarını asgariye indirmek amaçlanmaktaydı.  Buna rağmen Rum Patrik­hanesi, düşmanca bir tavırla,  mevcudiyetini, artık mevcut olmayan 18 eparhiyaya metropolitler tayin ederek devam ettirmektedir. Çünkü onlar yalnız İstanbul’da kalmışlardır.  Böylece kendisi için uygun olan bugüne varmıştır. Bazı emareler, hukuki durumunun tekrar ihdas edileceği ve yüksek derecede bir dini kurum olarak kabul edileceğidir. Türk Makamlarının isteği doğrultusunda hareket edebilmemiz için,  başlıklı kâğıtlar ve saire için acil talimatlarınızı beklemekteyim.

Saygılarımla 
Yoakim Mustref” 


SONUÇ 

Aradan geçen 60 yıl içinde ise hiçbir değişmemiştir. Patrikhane’nin ve yandaşlarının tek istemediği husus şudur: Olan bitenin Devlet Makamlarına intikal edilmemesi...

Bu makalemde alıntı yaptığım; “Patrikhane ile Mücadelem – Bulgar Eksarhlığı Vakfı’nda 15 Yıl”  adlı kitabımda anlaşılmaz bir şekilde “susan” ve “konuşmayan” bir topluluğun yaşadıklarını, belgelerle ortaya koydum. Bu hep susan cemaatin “susmayan bir ferdinin kavgasını gözler önüne serdim. Tarafımızdan 1996 ve 2002 yıllarında, Rum Patrikhanesi mensupları aleyhine açılan iki dava ise 1997 ve 2007 yıllarında Yargıtay İçtihadı haline gelmiştir.

Birçok yazımda sözünü ettiğim bir husus vardır: Türkiye’deki azınlıklar üzerinde (Tümünü kast etmeden) Türklük Şuuru”  maalesef oluşmamıştır ve Amerika örneğindeki gibi “Evvelâ Amerikalı” olamamaktadırlar. Bu bağlamda bizim evvelâ Türk- sonra etnik yapımıza olan sahiplenmemiz de anlaşılamamaktadır. Bir Bulgar gazetesinin yazdığı gibi “Türk milliyetçisi bir Bulgar” olmak ise bizi onurlandırmaktadır…

Unutulmamalıdır ki Bulgar Tarihi ise aslında tamamen Osmanlı Tarihi’nin bir parçasıdır.  Bulgaristan; 2. Meşrutiyet’in (1908) karışık ortamında bağımsızlığını ilan ederek ortaya çıkan bir ülkedir. 3. Çarlık Dönemi olarak da bilinen süreç; 1908’den, ülkenin komünist rejime döndüğü 1944’e kadar sadece 36 yıl sürdü. 1944’ten, Todor Jifkov yönetiminin yıkılarak yerine halen sürmekte olan cumhuriyet rejiminin geldiği 1991’e kadar da 47 yıl sosyalist cumhuriyet dönemi oldu.  Rum Patrikhanesi ile en büyük kavgaların olduğu 1860’larda henüz bir Bulgaristan Devleti yoktu. 1945’te yapılan ve Türkiye’deki Bulgar Ortodoks Cemaati’ni allak bullak eden protokol ise Anayasamıza tamamen aykırıydı. 


NOT: Bu makalede bahsi geçen belgeler, ekteki PDF dosyada mevcuttur.

[1] Başbakanlık, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 14 Kasım 1996 tarihli Bojidar Çipof’a hitaben verilen cevabi mektuptan alıntı.
[2]  Bulgar Patrikhanesi Arşivi Müdürü Dr. Hristo Temelski’nin, 1870 shizması ve Bulgar Eksarhlığı’nın kuruluşu ile ilgili olarak Bojidar Çipof’a hazırladığı çalışmadan alıntı.
[3]  Bulgaristan’da yayınlanan Novvek (Yeni Asır) Gazetesi’nde 20 Mayıs 1901’de bu hususta çıkan bir haber şöyledir: “Aforozlu olalım veya olmayalım biz böyle iyiyiz. (...) Fener papazları bizi cennete götüremeyeceği gibi Rum Patriğinin aforozu da bizi cehenneme göndermez.” (1901’de aforoz (shizma) devam etmekteydi)
[4]  Bu makalelerin, linkleri 
[6] Bojidar Çipof, Patrikhane ile Mücadelem,  Bulgar Eksarhlığı Vakfı’nda 15 Yıl, İstanbul 2010, s. 178/199
[7]  Fatih 3. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 1997/679 Esas no.lu gerekçeli karar ve 4 Temmuz 1997’de Yargıtay’ın 7. Ceza Dairesi tarafından 97/5887 numaralı karar
[8]  Bulgar Eksarhlık Vekili’ne gönderilmiş mektubun orijinal sureti Bojidar Çipof arşivindedir.
[9]  Bulgar Eksarhı Stefan’a gönderilmiş mektubun orijinal sureti Bojidar Çipof arşivindedir.
[10]  17 Temmuz 1957 tarih ve 49-46-10 sayılı üç sayfalık İstanbul Emniyet Müdürlüğü tarafından hazırlanmış bir bilgi notundan alıntı.
[11]   Bulgar Eksarhı Stefan’a gönderilmiş mektubun orijinal sureti Bojidar Çipof arşivindedir.
[12]  Aziz İvan Rilski; Şişli Halaskâr Gazi Caddesi üzerindeki Bulgar Eksarhlığı (Vakfı) kompleksinin içinde bulunan kilisenin de adıdır.
[13]   Bulgar Eksarhı Stefan’dan İstanbul’daki Yoakim Mustref’e gönderilmiş mektubun orijinal sureti Bojidar Çipof arşivindedir
[14]  Bulgar Eksarhı Stefan’a gönderilmiş telgrafın orijinali Bojidar Çipof arşivindedir.
[15]  Bulgar Eksarhı Stefan’a gönderilmiş mektubun orijinal sureti Bojidar Çipof arşivindedir.
[16]  Yoakim Mustref’in Ankara Bulgaristan Büyükelçiliği’ne yolladığı mektubun orijinal sureti Bojidar Çipof arşivindedir.
[17] Ankara Bulgaristan Büyükelçiliği’nin Yoakim Mustref’e yolladığı mektubun orijinali Bojidar Çipof arşivindedir.
[18]   Bulgar Eksarhı Stefan’a gönderilmiş mektubun orijinal sureti Bojidar Çipof arşivindedir.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

DİYANET İŞLERİ BAŞKANI’NIN RUM PATRİKHANESİ ZİYARETİ


Geçtiğimiz 5 Temmuz günü Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, Cumhuriyet tarihinde bir ilk olarak Fener Rum Patrikhanesi’ni ziyaret etti. Ziyaret sonrasında Patrik ve Diyanet İşleri Başkanı, basın mensuplarına ziyaret ile ilgili açıklamalar yaptılar.

İlk olarak konuşan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, çok olumlu mesajlar vererek bu tarihi buluşma ile ilgili görüşlerini açıkladı ve Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması taleplerini de değerlendirerek şunları söyledi: “Patrikhanenin din adamı yetiştirmesinin onların bir hakkı olduğunu düşünüyoruz. Din adamı yetiştirmek için başka ülkelere muhtaç olmayı doğru bulmadığımızı söyledik. Bu ülkede herhangi bir dini topluluğun kendi din adamlarını yetiştirmek için başka ülkelere muhtaç olması bu ülkenin büyüklüğüne yakışmıyor.” Batı Trakya’daki Türklerin bu ziyaret ile ilgili olarak kendisini faks yağmuruna tuttuklarına da değinen Başkan Görmez Bartholomeos’u kast ederek “Atina’da bir cami yapılması meselesini kendileriyle paylaştık.” dedi ve İslam Dünyası’nda yaşayan tüm Hıristiyanların hiçbir surette tedirgin olmamaları gerektiğine ve asırlardır birlikte yaşandığına vurgu yaptı.

Rum Patriği Bartholomeos ise mutat teşekkür sözlerinin ardından Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması taleplerini şu şekilde yineledi: “Hükümet bu konuya müspet yaklaşıyor, buna inanmak istiyoruz, müteatid defalar bize umut verildi. Maalesef bu güne kadar okulun tekrar açılması gerçekleştirilmedi. Fakat biz her zaman ümitli olmaya devam edeceğiz. Altyapımız hazır. Bize bugün izin çıkarsa biz yarın hizmete sokabiliriz. Medyanın bu olaya ilgisi için çok teşekkür ederiz. Bizi gerçekten duygulandırıyorsunuz.

Diyanet İşleri Başkanı’nın konuşmaları Batı Trakya’dan bu görüşme nedeniyle gelen serzenişleri de dikkate alarak fevkalâde olumluydu. Yunanistan’ın hiçbir zaman Batı Trakya Türkleri lehine kullanmadığı mütekabiliyet prensiplerine rağmen Türkiye’nin büyük bir ülke olması ve her şeyden evvel kendi vatandaşları olan bir cemaatin dini sorunlarını çözmeye yönelik bir duruş sergilemekte olduğu vurgusu yapmıştır.

Evvelâ Heybeliada Ruhban Okulu ile ilgili gerçekleri gözler önüne sermek gerekli…

Bu okulu Türkiye kapatmadı… Kendileri Ruhban Okulu’nu kapattılar…

Ruhban Okulu, 1971 yılında çıkan YÖK Yasası’na tabi olmak istemedikleri için kendileri tarafından kapatılmış ama yıllarca bu okulun Türkiye tarafından kapatıldığı Dünya kamuoyuna sunulmuştur. Kısaca müfredat ve öğrenci kabul etme esasları açısından YÖK’e bağlı olmayı istememişler ve okulun eğitimine ara vermişlerdir.

2500 kişi civarında kalan Rum Cemaati dini ihtiyaçlar açısından aslında bir eksiklik yaşamamaktadır. Zira Rum Patrikhanesi’nde 100 kadar papaz ve metropolit kadrosu çalışmaktadır. İhtiyaç olan dini gereksinimler için gerekli papaz kadrosu değildir. İhtiyaç olan, Ekümenik yapılanma için kalabalık bir maiyet temin etmektir.

Özellikle son yıllarda sadece Rum Cemaati ve Patrikhane değil, diğer tüm gayrimüslim topluluklar için de fevkalâde önemli yardımlar, destekler ve iyileştirmeler sağlanmış ama bu nedense hiç takdir edilmemiştir. Zaten Patrik Bartholomeos da görüşme sonrasında, Diyanet İşleri Başkanı’nın çok olumlu söylemlerini ardından ısrarla hâlâ “… Öyle inanmak istiyoruz. Bugüne kadar bize hep umut verildi ama açmak mümkün olmadı…” şeklinde serzenişte bulunmaya devam etmiştir.

Lozan görüşmeleri esnasında Türk Murahhas Heyeti, Rum Patrikhanesi’nin Türkiye’den naklini ısrarla talep etmişti. Konferansın ilk günlerinde, Rum Patrikhanesi’nin, Türkiye dışına nakledilmesi için ısrar eden Türk delegasyonu, daha son­ra Patrikhanenin tamamen etkisiz olması şartıyla burada kalmasını kabul etti. Rıza Nur, 10 Ocak 1923 Çarşamba günü Saat 11.00’de İsviçre’nin Lozan Şehri’ndeki Ossi Şatosu’nda toplanan konferansta yap­tığı konuşmada şöyle demiştir: “Şimdiye kadarki faaliyeti dini olmayıp siyasi olan Patrikhane’nin Türkiye hudutları dışına nakli icap eder.”  
  
Rum Patrikhanesi’nin faaliyetleri her zaman siyasidir ve Diyanet İşleri Başkanı ile Bartholomeos görüşmesinin ardından da Yunanistan cephesinden tamamen siyasi bir tepki yapıldı.

Dışişleri Bakanı Dimitris Avramopulos, Parlamento'da 8 Temmuz’da yapılan güven oylaması öncesindeki konuşmasında şu değerlendirmeyi yaptı:  “Yunanistan'ın, Türkiye ile ilişkileri iyileştirme çabaları çerçevesinde Heybeliada Okulu'nun yeniden faaliyete geçirilmesi gibi Patrikhaneyle ilgili konuların çözümü için çalışmaya devam edeceğiz. (…) Patrikhane konusu ise, Batı Trakya Müslüman Azınlığı ile bir mütekabiliyet temelinde ele alınamaz. (…) Patrikhanenin itibarı ve boyutu, ne uluslararası hukuk açısından, ne de uluslararası ahlak açısından inkâr edilemez ve Batı Trakya'daki Müslüman Azınlıkla bir mütekabiliyet statüsüne getirilme teşebbüsüne izin verilemez.

Yunanistan hiçbir zaman mütekabiliyeti işletmediği gibi Batı Trakya Türkleri kendi müftülerini dahi seçmekte özgür değildirler. Yunanistan tarafından atanmış müftüler ile seçilmiş müftülerin mücadelesi süredururken kendilerine “Türk” değil “Müslüman Azınlık” denmektedir.  Ve Yunanistan’daki Türk azınlığın, vakıfların idaresi, vakıf mallarına el konulması v.b. sorunları bulunmakla beraber, Yunan Yönetimi’nin “Türk” kelimesi geçen dernekleri kapattığı ve/veya açılmasına izin vermediği bilindiğinden Türk kuruluşlarında “Türk” adının kullanılmasına dahi izin verilmemektedir.

Batı Trakya Türklerinin yüz binler ile ifade edilmelerine karşın Türkiye’deki 2500 Rum kadar değerlerinin olmadığını ise Avramopulos’un şu son beyanında görmek kabildir…

Batı Trakya’daki Türkler,  aslında Lozan’da, İstanbul Rumlarına rehin kalmışlardır…

Patrikhane’nin İstanbul’da kalmasını sağlamak için İstanbul Rumları ile Batı Trakya Türkleri mübadeleye dâhil edilmemiştir.

Yunanistan’daki Türk vakıfları ve okulları perişandır ama Türkiye’deki Rum vakıfları ve okulları özellikle son yıllarda ihya edilmişler ve mütekabiliyetteki haksızlık da göz önüne alınmadan evvelâ birer Türk vatandaşı oldukları ön plana çıkarılmıştır. Anlaşılıyor ki ne kadar verilirse verilsin hep daha bir şeyler istenmektedir. Ama hiçbir zaman ise Batı Trakya’da bir iyileştirme yapmaya Yunanistan’ın gönlü olmamaktadır. Örneğin hiç camisi olmayan Atina’da, gerçekten bir gereksinim olan, bırakın Yunanistan’da yaşayan Türkleri, Avrupa’da yaşayan, oradan gelip geçen Türklerin ve de diğer Müslümanların ibadet ihtiyacına yönelik de hizmet vermesi için bir cami yapımına yıllardır izin verilmemektedir.

Bu görüşme sonrasında basına yapılan beyanlarda da Diyanet İşleri Başkanı’nın fevkalade olumlu açıklamalarının ardından Bartholomeos tarafından yine serzenişte bulunulması ise hep daha diyen, daima artı bir şeyler isteyen zihniyeti bir kez daha ortaya koymuştur.

Diyanet İşleri Başkanı ile Rum Patriği’nin görüşmesinde bir de trajikomik vaka yaşandı…
Prof. Dr. Mehmet Görmez, Fener Rum Patriği Bartholomeos'a üç dinde aynı anlama gelen bir ayetin bulunduğu bir pano ile bir tespih hediye etti. Bartholomeos da üzerinde 'Allah' yazan bir hat ve gümüş bir tepsi verdi. Buraya kadar bu hediye alışverişi de son derece güzeldi ama bakın ne oldu?

Bartholomeos’un, Diyanet İşleri Başkanı’na verdiği ve üzerinde “Allah” yazan gümüş tepsi kendisine başka bir Müslüman tarafından hediye edilmişti. “Uluslararası Ekonomik ve Kültürel İlişkiler Birliği Başkanı İbrahim Danacılar”ın Patrikhaneyi ziyareti esnasında bu tepsiyi Bartholomeos’a hediye ettiği sonradan ortaya çıktı.

İbrahim Danacılar, patriğe verdiği hediyenin başkasına verilmesine bir anlam veremediğini belirterek şunları söyledi ve sitem etti:"Acaba Müslüman olduğumuz için mi verdiğimiz hediyeyi beğenmedi?"

Bir hediyeyi başka birine vermek, bu medya önünde yapılmış ve fotoğraflanmış ve de tarihe not düşülmüşse -ki bu fotoğraf hemen basında yer aldı- ne kadar doğrudur? Zaten Patrik Bartholomeos, muhatap olduğu Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez ve söylemleri ile değil kendi derdi olan Ruhban Okulu’nun açılmasından başka hiçbir husus ile alâkalı değildi ve de bunu gösterdi.

Kamuoyunda hep dillendirdikleri gibi bu okulu Türkiye kapatmadı ve bizim de her fırsatta dillendirdiğimiz gibi de mevcut yasalara uymak koşuluyla açılmasında hiçbir mani yoktur. İstenen YÖK Yasasına ve daha birçok Anayasa, kanun ve yönetmeliğe aykırı olarak ve özerk bir dini okul açmaktır ki bu okul için de zaten Rum Cemaati içinde öğrenci olacak kimse yoktur.

Bir Diyanet İşleri Başkanı’nın ilk kez Patrikhane’yi ziyaret etmesi gibi böyle çok önemli bir durumda el altındaki bir hediyeyi ona hediye etmek ise karşısındaki muhatabı önemse(me)mek ile orantılı değil midir?

Türkiye’nin, Yunanistan’da ezilen ve mütekabiliyetten hiç nasibini alamayan Batı Trakya Türklerine rağmen kendi vatandaşları olan Hıristiyanlara yaptığı yardımlar ile bu vatandaşlarını koruyan, kollayan, kucaklayan görünümüne karşı en azından saygısızlık demek abartı olmaz…