28 Haziran 2010 Pazartesi

ÜÇ AYA SOFYA ve YUNAN MEGALO İDEA'SI


Ülkemiz son günlerde, evvela İsrail’in uluslararası sularda yaptığı saldırı ve sonra da bölücü terör örgütünün eylemleri ile çok yoğun bir gündem altında yaşamaktadır. Bu gelişmeler süregelirken medyada çok satır arası bir haber çıktı. 15 Ağustos 2010’da, Trabzon Sümela Manastırı’nda bir ayin için verilen izinle ilgili olan bu haber şu başlıkla verildi: “Sümela'da ayinin şartları belirlendi.”[1] 

Haberin devamı ise şöyleydi: “Trabzon'un Maçka İlçesi sınırlarında bulunan Sümela Manastırı'nda 15 Ağustos'ta yapılacak ayine, Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından kısıtlama getirildi. Manastırda düzenlenecek “dini içerikli etkinliğin”, ziyaretçi sirkülâsyonuna engel olmaması, sınırlı sayıda ziyaretçinin katılımıyla dış avlu kısmında, Valilikçe belirlenecek saatlerde yapılması istendi.”

Hümanist bir bakışla şu denebilir: “Ne güzel bak ülkemizde her dine son derece saygı ve hoşgörü var ve bu bağlamda insanlara istediği yerde ibadet yapma izni veriliyor.

Bunu iyi niyetle diyen ve hakikaten iyi niyet besleyenlerimiz çoktur. Ancak gerçek bu değildir ve adım adım ilerleyen Yunan/Rum “Megali İdea”sı amaçlarınca uygun bir talebe, Devlet organları hümanist bir yaklaşımla izin vermiştir. Aslında, Anadolu’nun birçok yerindeki metruk kiliselerde belli zamanlarda ayinler yapılmakta ve başta Rum Patriği Bartholomeos olmak üzere burada Yunan/Rum din adamları gövde gösterisi yapmaktadır. Ne yazık ki bu ilçelerin, beldelerin başta belediye başkanları olmak üzere yerel mülki erkân da yardımcı olmakta, hatta yanlarında yer alarak bu gövde gösterisine katkıda bulunmaktadırlar. Bu yardımlar turist gelecek ve para kazanılacak adı altında çok yandaş bulmaktadır.

Bu adamlar hiçbir şeyi plansız ve programsız yapmazlar.” Bu deyişi birçok yazıda farklı söylemlerle ifade etmişizdir. Bu makale; “Üç Aya Sofya” gerçeği ve bunun “Megali İdea”daki yeri hakkındadır. Makale okunduğunda, bu metruk alanlarda yapılan ayinlerin “Din ve İman Adına” değil de “İdeolojik” etkinlikler olduğu ve bir planın parçalarının yavaş yavaş yerine getirilmesi olduğu görülecektir.

Komplo teorileri mi üretiliyor? Kesinlikle olmadığına inanabilirsiniz. Türkiye, o kadar ince ayrıntı ve ileriye dönük yatırımlarla karşı karşıya ki… Rum Patrikhanesi’nin, tabi Yunan Hükümeti’nin de Türkiye üzerindeki emelleri çok büyüktür. Komşuluk dostluk sözleri ise sadece söylemseldir. Eylemdeki her nokta, her adım çok büyük titizlikle ve hiçbir ayrıntı göz ardı edilmeksizin değerlendirilmektedir.

Bu arada, yasalarımıza aykırı olan bir husus hakkında gelişmeler var. Yasalarımıza göre; yabancı uyrukluların Sen Sinod üyesi olamayacaklarına karşı bir çözüm getirilmek üzeredir. On iki kişi olan, Rum Patrikhanesi Sen Sinod Meclisi’nin altı üyesi uzun bir zamandır T.C. vatandaşı olmayan kişilerden oluşmaktadır. Ben bu yasadışı yaptırım için 2007 yılında dava açtım. Suç duyurumun ret edilmesi üzerine, bir üst mahkeme olarak Ağır Ceza Mahkemesi’ne gittim. Buradan da ret çıkınca usul gereği numara numara üste çıkarak dosyamı tüm Ağır Ceza Mahkemeleri’nde devam ettirdim. Maalesef bu çabamdan bir sonuç alamadım. Benden sonra eski bir belediye başkanı da aynı şekilde dava açtı ama onun davası da akamete uğradı.

Bu süreçte konuştuğum tüm yetkililer bunun yasalara uygun olmadığını ifade ettiler. Ayrıca birçok Hükümet mensubu da süreçte, bunun doğru olmadığı şeklinde beyanlarda bulundular. Ama adamlar geri adım atmadı ve bildiğini okudu. Altı yabancı üyenin görevine ısrarla son vermediler. Süresi dolanların yerine yine yabancı papazlara görev verdiler. Şimdi bu yasa dışılığa, bu adamları Türk Vatandaşı yaparak son verilecektir. Bu yabancılar Türk Vatandaşlığını aldıkları anda yasal statü sağlanacaktır. Nerede kaldı Batı Trakya’daki soydaşlarımızın hakları? Nerede kaldı seçilmiş Müftülerin hakları? Nerede kaldı mütekabiliyet esası?

Bu işin sonu aslında hiç de iyi değildir. Çünkü bu şekilde, ileride yabancı uyruklu bir metropolitin Rum Patriği olmasının yolu açılacaktır. Buna çok dikkat edilmelidir.

İki noktaya daha dikkat çekmek gereklidir. Dünya’da hiçbir ülkenin anayasasında, (Yunanistan hariç) bir komşu ülke için ilgili madde yoktur.  

Yunanistan bugünkü bildiğimiz coğrafyasında tesadüfen kurulmuş bir ülkedir. Yunanistan; bir AB üyesi olmasına karşın kökten dinci bir ülkedir. Megali İdea’ya göre merkezi İstanbul olan “Büyük Yunanistan”ı kurmak iken bu amaç gerçekleşememiş ve 1814 Filiki Eterya ile başlayıp 1821’de –Yunanlılara göre- hüsranla biten maceradan sonra gelişen bir takım olaylar sonucunda kurulmuş bir ülkedir.

Yunanistan Anayasası’nda belki de başka bir ülkede örneği bulunmayan maddeler bulunur. Bunlardan 3. madde özetle şöyledir: “Yunanistan’ın resmi dini Ortodoksluktur, dinin başı Konstantinopolis’tedir (İstanbul)”

Hakikaten başka hiçbir ülkenin anayasasında böyle bir komşu ülkeyle ilgili madde yoktur ve bu madde hem “bölücülük” hem yayılmacılık içermektedir. Megali İdea’nın söylemlerinin en önemlisi olan, İstanbul’un bir gün mutlaka Helen olacağına işaret olarak, İstanbul için Yunan Anayasası’nda “Konstantinopolis” denmiştir.

Poli” Yunancada “Şehir” anlamındadır. Ama bugün Yunanistan’da “Poli” sadece İstanbul anlamını taşır. Bir kişi “Poli” dediğinde birincil anlam İstanbul’dur. Megali İdea ve Üç Aya Sofya bağlantısına değinmeden son bir noktaya da işaret etmek lazım. Önceki cümlelerde, hiçbir adımın, girişimin boşa yapılmadığına değinirken, ülkemizde maalesef gerçekler ya da yapılanlar bilindiği halde bazı noktaların tam olarak ne anlam ifade ettiği anlaşılamıyor.  Bunlardan bir sentez çıkarılamıyor.

Turist gelecek diye sevinen beldelerimizden birisi olan Ayvalık’taki Ali Bey (Cunda) Adası’nda her sene yapılan “masum” ayinler, aslında masum olmayan etkinliklerdendir. Cunda Adası’nda tarihte Anadolu’da kurulan ilk “Ruhban Okulu”nun kalıntısı vardır. Burası Yunanlılar/Rumlar için çok önemli bir simgedir. Heybeliada Ruhban Okulu’nun daha ortada olmadığı bir tarih diliminde Papaz İkonomos’un, Sarayı kandırarak burada kurduğu bu okulda ilk Türk karşıtı militan papazlar yetiştirilmiştir. Patrik Bartholomeos, aslında (kendi açılarından) çok iyi sürdürdüğü görevinde, Cunda Adası’na da fevkalade önem vermiştir ve burada da bilinen ayinlerini tertiplemeye başlamıştır.

Çok mu komplo teorisi var, senede bir gün ve son derece insani bir ayine izin veriliyor ne var bunda? Bunlar hep birbirine bağlı hususlar ve sentezi de aynı şekilde yapılmalıdır. Patrikhane’nin Sen Sinod Meclisi’nde, Cunda Adası Metropolitliği de var. Denebilir ki, Anadolu’da üzerinde Rumluğun eseri kalmamış yerlerin adına metropolitler zaten var ve bu da onlardan biri…

Aslında hiçbir metropolitlik adı tesadüfen ve öylesine konmamıştır. Hepsinde bir anlam ve ileriye yönelik niyet bulunmaktadır. Hepsinde de bu yerlerin günümüzdeki adları değil eski Bizans adları kullanılmaktadır. Bu bağlamda; Cunda Adası Metropoliti olan metropolit aynı anda, Heybeliada Ruhban Okulu’ndan da sorumlu metropolittir ve sembolik makam odası da Heybeliada Ruhban Okulu’nun içindedir. Bu bir tesadüf ise burada yazılanlar komplo teorisidir. Değilse üzerinde çok dikkat edilmesi gereken bir husustur.



ÜÇ AYA SOFYA VE MEGALİ İDEA BAĞLANTISI

Megali İdea; üç kıtada düşlenen Büyük Yunanistan’ı kurma isteğidir ve en büyük istek Anadolu’nun ve Marmara’nın Helenleştirilmesidir. Megali İdea; büyük fikir, büyük ülkü anlamında olup, söylemlerinin en ön plana çıkanı: “Bir gün Üç Aya Sofya’da tekrar ayin başlarsa, Megali İdea gerçekleşecektir” şeklindedir.

Birinci Aya Sofya: MS. 325 yılında İznik’te 1. Hıristiyanlık Konsili yapıldı. Bu konsilde; bu gün Hıristiyanlığın en önemli kararları alındı. Bunların en önemlisi, “Baba, Oğul, Kutsal Ruh” kavramının kabulü oldu. Bugün Hıristiyanlığın en önemli amentüsü o konsilde alınan bu karardır. 1. Aya Sofya İznik’tedir. Şimdi bu konuyu takip edenler ya da arşivleri hatırlayanlar, geçmişte burada Rum Patrikhanesi tarafından birçok ayin yapıldığını anımsayacaklardır. 1. Aya Sofya’da, Bizans sonrası ayin yapılmıştır.

İkinci Aya Sofya: Sümela Manastırı’nın Hıristiyan Dünyası’ndaki bir adı da “Virgin Mary Monastery”dir. (Bakire Meryem Manastırı) Bu manastırın, MS.375’ten sonra inşa edilmeye başlandığı bilinmektedir. Bir manastır ya da külliye şeklinde inşa edilen Hıristiyan dini yapıları, içerisinde birden fazla kilise içerebilir. Bunlar büyük kilise ya da kilisecik (pareklis) olarak yapılmışlardır. Kilise ya da kiliseciklerin hepsi ayrı bir aziz ya da azize adına kutsanırlar. Bu işlem; dini mekânın inşasından sonra yapılan ilk dini törende icra edilir ve o törende kiliseye seçilen aziz ya da azizenin adı verilir. Bu açıklama; Sümela’nın içinde de bir Aya Sofya Kilisesi bulunduğunu ve bunun Sümela adı ile bir kavram kargaşası yaratmadığını vurgulamak adına yapıldı. Bu arada bir ayrıntıyı da atlamamak gereklidir. Trabzon’da günümüzde Aya Sofya Müzesi olarak bilinen başka bir kilise daha vardır. Bu Aya Sofya daha sonraki bir tarihte bölgede egemen olan Komnenos Hanedanı’ndan birinin, İstanbul’daki Aya Sofya’ya rakip olarak yaptırdığı bir kilisedir. Bir coğrafi alanda aynı adı taşıyan birden fazla kiliseler daima olmuştur.

Şimdi, 15 Ağustos’ta Kültür Bakanlığı’nın verdiği izinle tekrar Sümela’da ayin yapılacaktır. Bu iznin kısmi olarak verilmesini iyimser bir bakışla görmek gerekir. Örneğin Efes ve Ayvalık’taki gövde gösterileri örnek alınarak, 15 Ağustos’ta, Sümela için verilen ayin yapma izninin daha temkinli verilmiş olması mümkündür. Yunan Megali İdea’sının “Üç Aya Sofya’da tekrar ayinleri başlatmak” doktrini göz ardı edilmemeli ve zaman zaman ayine açılan bu iki tarihi mekânda, Rum Patrikhanesi tarafından organize edilen ayinler dikkatle izlenmelidir.

Üçüncü Aya Sofya: Bu bildiğimiz, İstanbul’daki Aya Sofya’dır. Burası; MS. 532-537 yılları arasında inşa edilmiştir. Tarihlere bakıldığında tabi ki tarihi değerlilik olarak İznik daha üsttedir. Ancak burası Bizans İmparatorluğu’nun ana kilisesi olarak yüzyıllarca hizmet vermiştir. Tüm Dünya’daki Hıristiyanlar için de büyük önemi vardır. Artık sıra İstanbul’daki Aya Sofya’ya gelmiştir. Burada ayin yapabilmenin koşulları oluşturulmaya çalışılmakta, bunun nasıl bir sempatik sunuşla ortaya konulması düşünülmektedir. Biraz tarihe doğru geri dönersek, Aya Sofya’nın camiden, müzeye dönüştürülmesi sürecinin aslında bazı dış baskılarla da sağlandığı, nerelerden telkinler yapıldığı görülecektir. Camiden, müzeye dönmesi dahi Hıristiyanlar arasında çok fazla sevince sebep olmuştur. Bu konuda, bu dönüşüm tarihlerindeki Yunanistan gazetelerine bakmak da yeterlidir. Bir Yunan kaynağından alınmış “Minaresiz Aya Sofya” sanırım bu “masum” isteği sergilemektedir.

İstanbul’daki Aya Sofya ile ilgili olarak ülkemiz dışında akıl almaz çoklukta yayın, dernek, sivil toplum örgütü ile çok sayıda web sitesi bulunmaktadır. “İdea”nın bu fotoğrafta görüldüğü gibi “minaresiz” bir Aya Sofya’ya tekrar kavuşmak olduğunu bilmemiz gereklidir. Bunu bir komplo teorisi olarak görmemeli ve tehlikeye karşı temkinli hazırlıklı olmalıyız.

Sıra artık 3. Aya Sofya’dadır.




26 Haziran 2010 Cumartesi

RUSLAR RUM PATRİĞİ BARTHOLOMEOS’A MOSKOVA ZİYARETİNDE GERÇEK GÜCÜN NE OLDUĞUNU GÖSTERDİ


Geçtiğimiz günlerin en büyük olayı şüphesiz Filistin’e giden gemilerdi. Daha sonra İran’la ilgili olarak yapılan nükleer oylama gündemdeki bir başka önemli konuydu. İçinde bulunduğumuz jeopolitik durum söz konusu olduğunda elbette ki en sıcak gelişmelerin gündem başı olması da olağandır. Tabi bu arada yurt içinde sürekli derinden sarsıldığımız terör kurbanlarımız için ağlıyoruz.

Ülkemiz için son derece önemli bir konu, bu yoğun gündem arasında çok az yer aldı. Rum Patriği Bartholomeos ve beraberindeki bir grup din adamı ve kişiler Moskova’ya gittiler. Haber niteliği dışında hiç yorumlanmayan bu ziyaret aslında bizim için de fevkalade önemliydi. Ziyaretin, Türkiye’nin önüne sıkça getirilen, Fener Rum Patrikhanesi’nin “Ekümeniklik” talebi ile ilgili olarak göz önüne alınması ve bu doğrultuda irdelenmesi gereklidir.

Ülkemizde konuyla en alakasız olanlar da Ekümeniklik, Heybeliada Ruhban Okulu ve son birkaç yılda gündeme gelen Büyükada Yetimhanesi ile ilgili birkaç şey bilirler. Bunlardan Yetimhane bana göre en son sırada yer alır ve bir hukuk sürecidir. Yetimhane kadar masum olmasa da Heybeliada Ruhban Okulu için de hukuksal ama daha çok idari bir konu olduğunu, Türkiye’nin bu okulun açılmasına engel olmadığını, ancak bir hukuk devleti olan ülkemizdeki, başta Anayasa ve birçok kanun ve tabi ki yönetmeliklerle bağdaşmayan Patrikhane isteklerinin kabul edilmesinin mümkün olmadığını belirtmek gerekir. Ekümenizm ise Türkiye için felaketle sonuçlanabilecek sorunlar yaratabilir ve bu hususta çok dikkatli olunmalıdır. Bu üç başlıktan başka, bir de sessiz sedasız yürüyen bir başka nokta ise yabancı uyruklu din adamlarına verilmek istenen Türk Vatandaşlığı konusudur. Rum Patrikhanesi; sadece bu birkaç konu başlığı ile sınırlı olmayıp, Türkiye Cumhuriyeti’nin önünde baş ağrıtan ve ağrıtmaya devam edecek bir sorunlar yumağıdır.

Tüm Dünya Ortodokslarının liderliğine soyunan, kendini “Evrensel Patrik” saydırmaya çalışan, ancak sayıları bin kişiden biraz fazla kalmış bir “Cemaat Başpapazı” olmaktan öte olmayan patrik; bu konudaki en önemli desteğini şüphesiz Amerika’dan almaktadır. Bu destek; salt ABD ile sınırlı olmayıp tüm AB ülkeleri de patriğe destek olmaktadırlar. Başta ABD olmak üzere Katolik ve Protestan ülkelerin, Ortodoks Rum Patriği’ne neden destek verdikleri önemle sorgulanmalıdır.

Dünya’daki en büyük Ortodoks nüfus Rusya’dadır. Bu nokta, Rusya’nın değişimden önceki pozisyonuna, SSCB dönemi göz önüne alınarak bakıldığında, Ortodoksların yarıdan fazlasının bu coğrafyada bulunduğu görülür. Dünya üzerindeki kendine direk bağlı olan Yunan/Rum nüfusun Ortodokslardaki payı yüzde beşten fazla olmayan Fener Rum Patrikhanesi’nin evrensellik iddiaları dini açıdan mümkün değildir.(1) Patrikhane bu konuda siyasi olarak çok büyük destek görmektedir.

ABD’nin ve AB ülkelerinin desteği elbette ki tek bir sebepten değildir. Bu çok yönlü bir denklemdir. Bu denklemin çok somut, çok belirgin olan bir yönü vardır. Bu; başta ABD olma üzere diğer ülkelerin Rusya’ya karşı olan tavrıdır. Her ne kadar ABD, şu anda Dünya’daki en büyük güç olarak görünse dahi Rusya’nın gücü de tartışılamaz. Bu güçlü ülke komünist dönemde dahi kilisenin gücünü muhafaza etmesini sağlamıştır. Hatta bunun fevkalade farkındadır demek de mümkündür. Dünya’daki en büyük güçlerden biri olan Rusya’nın topraklarında, en yaygın din ya da mezhep Ortodoksluktur ve Dünya Ortodokslarının yarısı bu ülkenin vatandaşıdır. O halde kısaca şunu demek mümkündür: “Rusya güçlüdür ve Rusya’da kilise de çok güçlüdür.”

Fener Rum Patrikhanesi’nin “Biz Ekümeniğiz” söylemleri Rus Kilisesi’nden destek görmez. Bazen oluşan ilişkileri, ziyaretleri hatta dinsel toplantıları bu nedenle çok iyi incelemek ve satır aralarını okumak şarttır. Rusya’nın, Fener Rum Patrikhanesi’ne karşı olan tutumu; İstanbul’un Fethi’nden de önceye dayanır. Bizans, Rusya’nın gözünde Ortodoksluğa ihanet etmiştir. Tek başına Dünya Ortodokslarını temsil edemez ve bu bağlamda “Evrensel” değildir.

Rusya dışındaki Ortodoks ülkelerin yöneticilerinin İstanbul ziyaretlerinde Patrikhane ziyaretleri ve Patriğin hürmet gösterileri basınımızda çok yer alır. Bu aslında sadece Ortodokslarla sınırlı kalmaz. Katolik ve Protestan çok sayıda devlet adamının da bu “Hürmet” sunma yarışında olduğu da basından gözlemlenir.

İşte bu bağlamda; Putin’in birkaç yıl evvel Türkiye’ye yaptığı ziyaret programında Rum Patrikhanesi’ni ziyaret etmemesi ve nedenleri çok önemli bir husustur. Rusya; Fener Rum Patrikhanesi ile ilişkiye girmez. Temmuz 2009’da yeni Rus Patriği Kiril’in, İstanbul’da yapılan Ortodoks Birliği Toplantısı’na katılması üzerine Rus Patriği’nin Fener’in Ekümenikliğini tanıdığı şeklinde spekülasyonlar yapıldı. Bu tabi ki kesinlikle doğru bir tespit değildi. Tüm Ortodoksların yöneticilerinin bulunduğu bir toplantı sebebiyle ve yeni seçildiğinden bu yana henüz görmediği başka patriklerin olduğu bir ortamda, Dünya Ortodoks nüfusunun yarısının dini liderinin bulunmasına başka bir anlam yüklemek yanlıştı. Aynı bağlamda ise Rus Patriği’nin bu toplantıda bulunmaması da büyük yanlış olurdu.

Mayıs sonunda Moskova’da tüm Ortodoksların katıldığı bir konsül yapıldı. Bu konsül; bu gün Rusya ve diğer Slav ülkelerinde kullanılan alfabeyi ortaya çıkaran Kiril ve Metodi kardeşlerin de anıldığı güne denk getirildi. Bu alfabenin bir başka yönden de büyük önemi vardır. Panslavizm’in en büyük argümanı “Kiril Alfabesi”dir. Panslavizm’in, tarihsel süreçteki en büyük destekçisi ise sadece Rusya olmuştur. Bulgarların, Osmanlı karşıtı isyanının başlıca kaynağı; Rusya desteğindeki Panslavizm ile birlikte sağlanmıştır.

İşte şimdi bu güçlü kilise ve arkasındaki güçlü devlet tüm Ortodoksları kapsayan büyük bir organizasyonla Moskova’da gövde gösterisi yaptı. Heyetlerin daha alana inmelerinden başlayarak çok büyük bir karşılama oldu. Fener Rum Patriği ve beraberindeki heyet ise daha da görkemli karşılandılar. Bunu birileri Fener Rum Patriği’ne yapılan çok büyük “hürmet” olarak algıladılar. Hürmet elbette ki vardı ama esas olan orada büyük bir “Güç Gösterisi” yapıldığı idi. Bartholomeos, bu güç gösterisi altında gerçekten ezildi. Ülkemizde çıkan haberlerde bu güç ya da gövde gösterisi hiç dikkate alınmadı.

Gezi; baştan sona çok “ezici” bir gövde gösterisi şeklinde gerçekleştirildi. Rusya Devlet Başkanı Medvedev de bu gösteriye katıldı ve görüşmeler oldu. Ziyaret esnasında gerçekleştirilen ancak basında yer almayan bir nokta üzerinde durmak gereklidir. Vladimir Putin; İstanbul’da ayağına gitmediği, ziyaret etmediği Barholomeos ile bir kilisede ve çok ufak bir odada baş başa görüştüler.

Rusların, tören ve gösteri işinde ve görsellik açısından ne kadar başarılı oldukları bilinir. Çarlık döneminden kalma, Dünya’nın en görkemli kiliseleri Rusya’dadır. Rus Patrikhanesi’nin de kullanımına açık olan Kraliyet Sarayı ise şatafat açısından en had safhadadır.

Barholomeos Rusya’da; Rus Kilisesi’nin ve Dünya’daki en büyük Ortodoks topluluğunun gücünü, arkasında “Devlet” olan büyük bir kilise yapılanmasını ve şurada bin kişi kalmış cemaatiyle ve Patrikhane içindeki o mütevazı kilisesi Aya Yorgi ile ne kadar “Evrensel” ve “Ekümenik” olabileceğini çok iyi bir şekilde gördü.





1-Gözde Kılıç Yaşın, dünya üzerindeki 220 milyon Ortodoks insanın sadece binde 1.3’ü üzerinde Fener Rum Patrikhanesi’nin ruhani yetkileri olduğu iddiasında bulunmaktadır. İlgili makale için bkz. Gözde Kılıç Yaşın, “Patrikhane’nin Ekümeniklik İddiası”, Cumhuriyet Strateji, S. 25

ULUSLARARASI SULARDA BU HUKUK DIŞI OPERASYONU “İRAN” YAPSAYDI NE OLURDU?

Dünya’nın gözü önünde, bir utanç operasyonunu, bir katliamı, bir korsanlığı ve bir soykırım hareketini izledik. Utanç operasyonu; tamamı sivil, kadın ve çocukların da bulunduğu bir gemiye, havadan yapılan operasyonla yapılan askeri harekettir. Sayıları ne kadar olursa olsun ellerinde otomatik silahlar, bombalarla inen ve çok deneyimli oldukları bilinen İsrail komandolarının sivilleri esir alması, bunlara ateş açmasının hiçbir haklı sebebi olamaz. Aktivistlerin elindeki birkaç sopaya karşı, onlara doğrultulan otomatik tüfeklerin tek bir tanımı vardır. “Orantısız Güç.”

Her türlü haberleşmeyi engelleme kabiliyeti olan ender ülkelerden biri olan İsrail’in, operasyonun başında haberleşmeyi kesmemesi ise sadece bir “Gövde Gösterisi”dir. Birazdan değineceğim gibi çok iyi bildiğim bir konu olan “Güvenlik Elektroniği” kapsamında, sonradan kesintiye uğrayan yayının, istenseydi baştan itibaren kesilebileceğini çok iyi biliyorum. Bunun bir başka adı; “Benle uğraşanlar dikkat etsin” anlamındadır. Gemiye havadan inen askerlerin, karşılaştıkları cılız sopalı karşılığı, kendilerine silahlı müdahale yapıldığı safsatası ile geçiştirenlerin yaptıklarına yapılabilecek tek tanım ise; “Katliam”dır.

Başta botlarla yapılan, geminin ele geçiştirilmesi teşebbüsünün, Somalili korsanların yaptıklarında ne farkı var? “Korsanlık” ve “Katliam” uluslararası sularda yapılmıştır ve Dünya’nın var olan hukuki kurallarına, Birleşmiş Milletlerin bu konudaki tüm kararlarına yapılanlar aykırıdır.  Yıllardır Filistin’de, Gazze’de yapılanlar, hem de tüm Dünya’nın gözü önünde yapılanların adına “Soykırım”dan başka ne demek mümkündür? 

Yahudilere, Hitler’in yaptıklarından farklı bir durum mu söz konusudur? Bunun adı sadece ”Soykırım”dır. Maalesef “Hitler Yahudilere iyi yapmış” tarzındaki söylemler de baş göstermeye başladı. Bu tepkisel söylem de elbette hoş değil. Hiçbir insanın soykırıma maruz kalmaya, hiçbir bebek ve çocuk, -tüm akrabaları, Dünya’nın en kötü canileri dahi olsa- aç ve ilaçsız bırakılmaya layık değildir. Bütün kalbimizle, Yahudilerin de bu tür baskı ve zulme maruz kalmamasını dilemeliyiz.

Türkiye ve Türk insanı bunu hak etmedi. Orta Doğu’daki en ılımlı, sınır komşularına ve diğer ülkelere karşı en tarafsız kalmaya, daima yapıcı bir politika izlemeye ve en önemlisi bölgesel barışa en fazla katkıda bulunmaya çalışan Türkiye bunu hak etmedi! Bu faşist, adaletsiz, kan dökücü ülkenin, İsrail’in her sıkıntıya girdiğinde yanında yer alan ve ihtilafı olan ülkelerle, kendi ilişkilerini zora sokmak adına arabuluculuk yapan Türkiye bunu hiç hak etmedi. 

Bari birkaç mil daha bekleselerdi de kendi karasularına girildiğinde bu barbarlığı başlatsalardı! Yayının bir süre kesilmemesi, sonrasında ise tüm iletişim kanallarının devre dışı bırakılması; oyunun evvelce masalarda verilmiş kararları gereğidir. Savaş halinde dahi tutsakların, yaralıların bazı haklarının olduğu ve bunun gerekliliğine de dikkat edilmeden, ölü ve yaralı adlarının dahi alay eder gibi, değişken kaynaklar kullanılarak, insanların en başta ailelerin çelişki içinde bırakılmasına, hiçbir Dünya yasası ama evvela “Vicdan” izin vermez... Yahudi bir kez daha “Vicdan” denen insani duygudan yoksun olduğunu ortaya koymuştur.

Başrolünü Paul Newman’ın oynadığı bir film var. Adı; Exodüs. Bu film Nazi zulmünden kaçan Yahudilerin dramatik öyküsünün filmidir. 1960 yılında “Yahudi” film şirketince insanların vicdanını çok güzel etkileyecek bir şekilde sinemaya uyarlandı. Yahudiler için geçerli olan ”Irksal Ticari Anlayış” uyarınca yapımcı şirket zengin oldu. Her koşulda “Kârlılık” bu ırkın bilinen ve tipik karakteridir.

Otuz yıllık elektronikçiyim. Firmam; Çin malları ve piyasa koşullarına mağlup oldu. Üretimi durdurduğum ve yazı yazmayı daha fazla önemsediğim bir süreçteyim. Bu itibarla burada adım ya da firmam adına bir reklamsal getiri peşinde olmadan, ancak fikri; bilgisinden kaynaklanan biri olduğumu vurgulayarak birkaç hususa dikkat çekmek istiyorum. Ses cihazlarının yanı sıra bir dönem ve sadece kurumsal yerlere “Dinleme Sistemleri” imal ederek sattım. İmralı’daki mahkeme salonu dâhil çok yerde ürettiğim cihazlar kullanıldı. Şimdi şu noktaların çok önemli olduğuna dikkat etmek istiyorum:

İsrail, Dünya’nın sayılı “Savunma Sanayi” ve “Güvenlik Gereçleri” imalatçılarından biridir. Yaşamı; kendilerine bir saldırı, bir tehdit ve savunma güdüsü olarak gören bir ırktan bahsediyoruz. Bu bir anlamda da “Suçluluk” psikozudur. Devamlı savunma halinde olma güdüsü, tabi farklı durumlardan da olabilir ama “Suçluluk” da bu faktörlerden biridir. İsrail kendilerine yarım asır evvel yapılan soykırımı unutmuş, vicdansız, gözü dönmüş kanlı bir katil görünümündedir. İşte bu ruhsal durum; İsrail’i her türlü savunma teçhizatı ve aparatının üretmeye evvela savunma adına sonra da tipik Yahudi geleneği olan “kâr” peşine sevk etmiştir.

Savunma sanayi kartellerinin de yönlendirmesi sonucu; bu gün evlerde kullanılan ve artık başta Çin gibi Uzak Doğu ülkelerinde üretilen bu elektronik gereçler dışında, çok profesyonel, çok işlevli, ileri teknoloji ürünü “Savunma Sanayi” ve “Güvenlik Gereçleri”nin tek adresi bugün İsrail’dir. Bu tür gereçler, çok yüksek fiyatlarla satılan ürünlerdir ve dolayısı ile çok yüksek karlılık yaratırlar. Amerika endüstrisinin çok önemli bölümüne Yahudilerin egemen olduğu göz önüne alınırsa, onların “Anayurt”larına bu tür ticareti yönlendirmeleri çok doğaldır. Türkiye’de resmi kurumlar dışında satılan, ithal edilen profesyonel manadaki güvenlik gereçlerinin çoğu İsrail menşelidir.

Geçmişte, Amerikan’ın bize vermekten imtina ettiği askeri amaçlı yazılımları İsrail’den temin edebildiğimizi unutmayalım. Başta Amerika olmak üzere dev savunma şirketlerinin neden bir “Heron” yapmadıkları ya da yapamadıklarını da biraz düşünelim. Bizim de şu anda parası ödenmiş dört Heron insansız uçağı olduğu bu olay esnasında ortaya çıktı. Tabi ki parasını ödediğimiz malı teslim alacağız.
İsrail’in, savunma sanayi alanında en büyük müşterilerinden birisi Türkiye’dir. Çok fazla çeşitte askeri ve güvenlik malzemesi İsrail’den satın alınmaktadır. Ulusal güvenlik için çok önemli olan başta yazılım ve gereçlerin, her zaman kendi bünyemizde yapılabilmesi ve de denetlenebilmesi gereklidir. 

Denetlenebilmesindeki kasıt; elektronik olarak bir kötü anda kullanılmak üzere sistemi işlevsiz hale getirebilecek bir yazılımın da yüklü olması olanaksız değildir. Bu ne demektir?  İsrail’le aslında “Savaş Hali” de sayılabilecek sıcak bir temas içindeyiz. Komplo mu üretiyorum? Uydudan tüm seslerimizi dinleyebilen sistemlerin olduğu Dünya’da, aramız açılırsa, Heron ya da başka bir sistem ya da yazılım uydudan gönderilebilecek bir sinyal ile işlevsiz bir hale getirilebilir mi? Elbette getirilebilir. 

Bir yandan da İsrail en büyük müşterisine karşı çok büyük bir haksızlık yapmıştır. Sivil bir toplum örgütünün, bir gemi ile insani yardım taşıması karşısında, elbette ki devlet bir eskort askeri gemi verecek değildi. Burada hükümete biraz haksızlık yapıldığı katindeyim. Ama İsrail de bu işte çok kötü niyetle hareket etmiştir. 1988 yılında, anımsayanlar için FKÖ organizasyonu olarak bir başka gemi olayı daha vardı. Mossad ajanları bu gemiyi Güney Kıbrıs’ta sabote ederek durdurdular. İsrail, bir şekilde Türkiye’ye müracaat ederek bu geminin durdurulmasını dahi isteyebilirdi. Bir sivil toplum kuruluşunu bu bağlar mıydı? Belki kendilerine kararlı ve askeri bir müdahale yapılacağını bilselerdi başka bir yönde hareket edilebilirdi.

İsrail bu operasyonu uluslar arası sularda yaparak ayrıca suçuna suç katmıştır. Ne yazık ki İsrail Dünya’nın şımarık değil “şımartılmış” çocuğudur. Ve Dünya İsrail’in her zamanki insanlık dışı eylemlerine sadece sözsel tepkiler vererek ya da hiç vermeyerek şımartmıştır. Burada çok sayıda BM kararları ve bu kararlara karşı İsrail ihlalleri yazılabilir. Artık bunlardan bıkıldı!

Mahallenin veledi, mahallenin ağabeyine, her gün “Bak ben sana yumruk atarım” derse ve mahallenin ağabeyi buna suskun kalırsa bir gün o “Velet” ağabeyine de vurmaya başlar. Bu gün çirkin Yahudi, ağabeyine, Türkiye’ye yumruk atmıştır. Bir insanlık suçunu kısmen canlı yayında izledik. Bu sayfaları doldurduğum anlarda yaralıların uçakları geldi, insanlardan daha haber yok. Umarım içlerinde “Bunlar militandır, mimlidir” diyerek insanlarımızın bir kısmını alıkoymazlar. Vietnam’da esir düşen ABD askerleri gibi habersiz kalınan insanlarımız olmaz.

Uluslar arası Adalet, İsrail’e karşı da olmalı. Yoksa Dünya’nın kuvvetli/baskın ülkelerinin diline pelesenk olan insan hakları ve diğer tüm söylemler sadece söylem bazında kalmıştır. Adalet tüm insanlığa gerekli, kuvvetlinin ya da yandaşı çok olana mahsus olmamalıdır. Bu gün TBMM’den “Birlik ve Beraberlik” arz eden bir tezkere çıktı. Umarım bu şer durumu; Dünya’nın gözünü, bu şımartılmış ülkeye karşı somut yaptırımlar yapmaya sevk eder.

Bu kadar yazdım! Hani nerede yazının başlığı? 

“ULUSLARARASI SULARDA BU HUKUK DIŞI OPERASYONU “İRAN” YAPSAYDI NE OLURDU?”

Evet, şimdi sıra ona geldi. Ama çok kısa olacak! 

Uluslararası sularda, İsrail’in yaptığı bu yasadışı operasyonu eğer “İRAN” yapmış olsaydı, şu anda eminim ki tüm Dünya ekran başında ve canlı yayında bombalanan bir İran’ı izlemekte olacaktı.



Bojidar Çipof              

3 Haziran 2010

25 Haziran 2010 Cuma

İSTANBUL’UN FETHİ’NİN HIRISTİYANLIK ve DÜNYA TARİHİ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

29 Mayıs 1453, İstanbul’un Fethi. Sultan 2. Mehmet (1432-1482) bu tarihte İstanbul’u fethederek adının Osmanlı Tarihi sürecinde, belki de en önemli Padişah olarak ve adının önünde “Fatih” lakabı ile anılmasını sağladı. İstanbul’un Fethi; son yıllarda belki de anlamsız bir şekilde, başta İstanbul Belediyesi olmak üzere sadece dini ağırlığı olan çevrelerce kutlanmakta, anılmaktadır.

Fetih olayının dini çevrelerce (de) anılmasının elbette bir zararı yoktur ve olamaz. Ancak bu kutlamanın, bu çok önemli tarihin adeta yok sayılmasına; son yıllarda artan “Bizans” hayranlığı ve “Grek Severlik”  sebep olmaktadır. 1991’den bu yana daha da yoğunlaşan bir şekilde, ülkemizin aydınları, akademisyenleri, (bir kısım)medya mensuplarının “Grekofil” söylemlerini arttırdıkları ve hatta baskıcı bir şekilde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, baskıcı, ezici, azınlık haklarını yok eden bir ülke konumunda olduğu şeklindeki söylemler ve yayınlar gözler önündedir.

Fetih olayının, bu güne değin daha çok Milli Görüş ağırlıklı kişi ya da oluşumlarla kutlanması, bu zikredilen çevrelerden kişilerin haksız tepkisine maruz kalmakta ve aslında çok önemli bir tarihsel sürecin esas ruhunun, öneminin yok sayılmasına neden teşkil etmektedir.

İstanbul’un Fethi; Orta Çağ’ın sonu ve yeni Çağ’ın başlangıcıdır. Bu çok önemli bir hadisedir ve sadece “Tarihsel Çağlar” sürecinde bir tespit noktası olmaktan da ötedir. Aslında “Tarih Bilimi”nin sadece bir takım olayları ve tarihleri ezberlemekten ibaret olmadığını altını çizmek gerekir. 

Bu Fetih olayı bugün entelektüel (ya da öyle geçinen) kesimin gözünde (kötü) Osmanlı’nın, zavallı Hıristiyanların toprağını, malını ve de canını aldığı, o çok anlı şanlı Bizans’ın da sonunu getirdiği bir gün olduğu için; anılmaması, kutlanmaması gereken bir gün, bir tarih midir?

Bu çalışmamızın ana noktası; işte bu girizgâhla başlayarak, aslında İstanbul’un Fethi’nin, gözler önünde tüm bilgileri, verileri olan ama nedense bundan yola çıkılarak bir analizi yapılmamış bir yönünün ele almak ve bugün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin elinde doğurtulması istenen “Ekümenizm” bebeğini ve bunun doğurabileceği tehlikeler üzerindedir.

Çok fazla ayrıntıya girmeden İstanbul’un Fethi’nden evvel Bizans’taki durumunu da ortaya koymak gerekir. İstanbul aslında 1453’ten çok evvel Osmanlı tarafından ablukaya alınmış, inşa edilen Rumeli ve Anadolu hisarları ve il çevresi zaten kuşatılmıştı. Bizans adeta bir ablukaya altındaydı ve şehrin alınması, fethedilmesi için zemin zaten hazırdı.

Doğu Kilisesi’nin temsil edildiği ve siyasi bir şekilde ekümenik sanının verildiği Ortodoks Patrikliği ise aslında Fetihten evvel askıya alınmıştı. İmparator; Osmanlı’ya karşı askeri yardım vaadi alarak Ortodoks Patrikliğini askıya almış ve patrikliği kapatmıştı. Patrik 2. Athanasios’un (Patrikliği: 1450-1453) görevine son verilmiş ve patriklik makamı boşaltılmıştı. Fetihten kısa bir süre önce Ayasofya’da idrak edilen son Paskalya Ayini’ni ise Papalığın gönderdiği bir kardinal Katolik ritüeline göre icra etmişti.

Bu tabi ki fanatik Ortodoks çevrelerce büyük bir infiale neden olmuş ve imparatora karşı büyük bir öfke hâsıl olmuştu. Bu aslında Fener Rum Patrikhanesi’nin, “Biz yaklaşık 2000 yıldır bu topraklardayız” söyleminin de yalanlayıcısıdır. Aslında bundan evvel de uzun bir kesinti dönemi vardır. Bu söylemin ardında;  sadece “Ekümenizm” için önemli bir argüman yaratma isteği de vardır. Kesintisizlik durumu 1204 yılında da bozulmuştur. 1204 yılında, Haçlı Orduları İstanbul’u ele geçirdi ve Bizans 57 yıl boyunca İznik’e sığındı. Ta ki Haçlılar kendi istekleriyle ve taş üstünde taş bırakmadan çekildiklerinde geri geldiler. Tabi Patrikhane de o zaman tekrar geri geldi.

Şimdi burada bir tezat ve din adına nelerin yapılabileceği de gözler önündedir. 429 yıl önce aynı dinin insanları, Papalığın emriyle şehri ele geçirmiş ve İstanbul’un Fethi ile hiçbir surette mukayese edilemeyecek bir ölçüde kıyım yapmıştır. Bu din adına bir kıyımdır. İmparatorun bu kez şehri teslim etmese de dini teslim ederek artık tek çatı altında birleşmeyi, bu kez o kıyım yapan ordudan, Osmanlı’ya karşı alacağı destek adına istemekte ve Doğu Kilisesi’ni askıya almaktadır. Aynı makam (Papalık)  bu kez askerlerini değil de din adamlarını göndererek Ayasofya’yı ele geçirmiştir. İmparator Ortodoks ve Katolikliği tek çatı altında toplama yetkisini askeri destek sözüne karşı Papalığa vermişti. 

Bu teslimiyet başta Bizans’ta olmak üzere diğer Ortodoks ülkelerde derin bir üzüntü yarattı. Bizans’ta halk ikiye ayrıldı ve doğal bir tepki olarak, Ortodoks papazlar da ikiye ayrıldılar. Bunlar kısaca Patrikçiler ve İmparatorcular olarak tanımlanabilir. 

Burada bu çalışmamızla direk bağlantılı olmamakla birlikte Rusya’nın düşüncesine de kısa bir yer vermek gerekir. Çarlık Rusyası bu yapılanın dine karşı bir “ihanet” olduğuna inandı. Bu inanma; daha sonra Rusya’nın, Ortodoksların hamiliğine soyunmasına, Panslavizmin destekçisi olmasına ve sonraki asırlarda Osmanlı’nın başına çok dertler açan Grek Projesi’ni de (Project Grek) devreye sokmasına neden oldu. Bu inanış bugün Rus Kilise çevrelerinde hala devam eden bir kanaattir. Bizans dine ihanet etmiştir.

Son Paskalya Ayini’ni yapan kardinal hakkında aşağı yukarı şu şekilde söylenen, çok yerde sözü edilen bir söylem de vardır: “Kardinal şapkası görmektense Osmanlı kavuğu görmek evladır.” Bu söylem Patrikçilerin söylemiydi ve bunu en çok destekleyenlerin başında bir iyi bir teolojist olan Georgios Sholarios gelmekteydi.

İşte bu ahval altında iken Fatih Sultan Mehmet’in gerçekleştirdiği, Fetih sonrası durum değerlendirmelerinde, Patriklik makamının boş hatta kapalı olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine; Fatih Sultan Mehmet, derhal bir Rum Patriği seçilmesini emretti. Yapılan araştırmalarda; Ortodoks çevrelerin Georgios Sholarios'u patrik yapmak istediklerini anladı. Havarion ismindeki kilisede yapılan bir dini mera­simle Georgios Sholarios Patrik oldu ve 2.Gennadios dini adını aldı. Burada bir başka ve önemli nokta ise; dini kurallarla patrik olan 2.Gennadios, dini usul gereği Sen Sinod üyeleri tarafından değil de Müslüman Padişah tarafından tayinle seçilmiştir/makama getirilmiştir.

2.Gennadios ile ilgili yazılacak çok husus tabi ki var. O kadar kritik dönemlerde dahi patriklerin çok kısa aralıklarla makamı işgal ettikleri, bugün olduğu gibi ömür boyu patrik olmadıkları, yine bugün olduğu gibi kiliseye bu kadar egemen olmadıkları bilinmektedir. 2. Gennadios da aynı şekilde; kısa aralıklarla üç kez patrik olmuştur.

Burada Fetihle ilgili bilgilere son vererek çok kısa şu tanımlamayı yapmak gerekiyor: İstanbul’un Fethi olmasaydı bugün -muhtemelen- Katolik ve Ortodoksluk adı altında iki mezhep olmayacaktı. 

O halde İstanbul’un Fethi; Orta Çağ’ın sonu ve yeni Çağ’ın başlangıcı olmaktan da öte olarak Hıristiyanlık Tarihi’ni de fevkalade etkilemiştir. Hatta Hıristiyanlığın bugünkü durumunu sağlayan çok önemli bir hadisedir. Bizim şahsi kanaatimiz ve tespitimize göre de; entelektüel çevrelerin çok sahip çıktığı -ki bu da gereken bir tepkidir- tarihte Rönesans ve Reform diye tanımlanan süreçlerden çok daha önemli bir olgudur.

Şimdi yine bir 29 Mayıs İstanbul’un Fethi geldi ve bunla ilgili kutlamalar var. Bu kutlamalar yine (sadece AKP’li) belediyenin organizasyonu olarak idrak edilecek ve yine büyük bir “Yunansever” kesim bu “onlarca” çok kötü günü yok sayacaklar ve yadsıyacaklar.

Bu ne de kötü sayılan, İstanbul’un Fethi ile Fener Rum Patrikhanesi arasında ilinti kurulacak, Ekümenizm şak şakçıları Fethin ne kadar büyük bir kötülük olacağını sergilemeye çalışacaklardır. İstanbul’un Fethi sadece AKP’li belediyece değil, tüm entelektüel, akademik ve medya çevrelerince sahiplenilmesi gereken, Dünya Tarihi’ne, Hıristiyanlık Tarihi’ne ve elbette ki de İnsanlık Tarihi’ne damgasını vurmuş bir büyük tarihsel olaydır.

Bu yazıdan hiçbir şekilde kutlamaların neden sadece AKP’li belediyece yapıldığı üzerinde bir tespit yapılmak istendiği çıkarılmamalıdır. 29 Mayıs’ın; AKP’li ve diğer tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının, Milli Görüş ya da neye ne kadar inanıyorlarsa, tüm inançlı ya da inançsız her bireyin mutlaka sahip çıkması ve öğrenmesi, irdelemesi gereken çok önemli, çok büyük bir tarihi gün olarak idrak edilmelidir.

BARTHOLOMEOS NASIL PATRİK OLDU VE BU GÜN NE İSTENİYOR


Bu çalışmamızda; çok kısa bir süre önce Amerikan CBS Televizyonu’nda “Kendimi Türkiye’de çarmıha gerilmiş hissediyorum” diyebilen, oysa Batı Trakya Türkleri ile kıyaslandığında ortalama bir Türk vatandaşından kat kat öte ayrıcalıklar edinen, VIP salonlarında ağırlanan, Rum Patriği Barholomeos’un nasıl patrik olduğunu ve Patrik seçimi ve töreni esnasında neler yaşandığını irdeleyeceğim.  Ayrıca şu anda gündemde olan ANAYASA açısından da konunun nasıl aykırılık içerdiği de yazının sonunda ortaya konmuştur.

1991’de Bartholomeos'un Patrik Seçilmesi

Patrik Dimitrios'un ölümünden sonra, yeni bir patriğin seçilebilmesi için İstanbul Valiliği'ne aşağıdaki şu 15 kişilik aday listesi verildi:

1-Dimitri Arhondoni
2- Dimitri Kara
3-İliya Neranevli
4-Kostandinos Harisiyadi
5-Panayot Vasil Havyarcıoğlu
6-Tano Papas
7-Yanaki Atanasiyadis
8- Simo Aleksandiros
9-Evangelos Galanis
10-Dimitri Peremetidis
11-Simeon Amariliya
12-Hrisostomas Emilyanos Konstantinidis
13-Dimitri Savaiyadis
14-Manuel Yeramisos Konstantinidis
15-Yani Pazaridis

Bu aslında temayüllerle bağdaşmayan bir durumdu. Çünkü Cumhuriyet tarihi süresince, (Athenagoras hariç) boşalan makama daima üç aday gösterilir ve Valilik onayına sunulurdu. Bu kadar çok kişinin, patrik adayı gösterilmesi üzerine, İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu bir gazeteye şunları söyledi: Biz millet olarak, Selçuklulardan, Osmanlılardan bu yana daima insanların inançlarına saygı göstermiş, hudutlarımız içerisinde yaşayan insanlara din ve vicdan hürriyeti tanımışızdır. Bu millet, bunu asırlardır yapmıştır. Patrikhane'nin bildirdiği 15 kişilik listeden hiç kimsenin ismini çizmedik. Bu nedenle (bazı metropolitler sakıncalıdır) da demedik. Bu adayların arasından patrik tespiti için listeyi aynen Patrikhane'ye gönderdik. Sen Sinod Meclisi kendi patriğini seçmelidir. Tayin yöntemine gitmiyoruz.”  [1]

Aslında bu listede bazı sakıncalı isimler olmasına karşı liste onaylanmıştı. [2] Çünkü o güne kadar yapılan uygulamalarda; Sen Sinod Meclisi üç adayın adını Valiliğe vermekteydi. Sen Sinod Meclisi'nin tümünün aday listesinde yer alması alışılmadık bir uygulama oldu. Valilik; bu adayları incelerken başta güvenirlik olmak üzere gerekli vasıflara sahip olup olmadıklarını dikkate alıyordu. Ayrıca adayın Türk vatandaşı olması ve patrik olmak için gereken dini rütbeye de sahip olması aranan şarttı. Bu incelemelerden sonra Valilik isterse -ki bunda daima güvenirlik faktörü esas alınmaktadır- bazı adayları listeden çıkarma hakkına da sahipti. Sen Sinod Meclisi de teamüle göre. Listenin son şeklini aldıktan sonra üç gün içinde bir adayı seçmekle yükümlü bulunmaktadır. [3]

İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu yapmış olduğu basın toplantısında aday olan 15 metropolit için sadece Türk vatandaşı olmaları ve Türkiye'de daimi ikamet etme şartı arandığını bildirdi.[4] Bu seferki uygulamada güvenlik faktörünün pek fazla incelenmemiş olduğu ve listedeki sakıncalı isimlerin ayıklanmamış olduğu basında çıkan haberlerden anlaşıldı!

Patrik Dimitrios'un ölümünün ardından, Yunanistan'ın ve Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Bush'un, Amerika'da yaşayan, tescilli Türk düşmanı Kuzey ve Güney Amerika Rum Başpiskoposu Yakovos'u da patrik seçtirmek için bir takım çabalar gözüktü. Bu kişinin, New York Times Gazetesi'nde yayınlanan ve Türk düşmanlığını gözler önüne seren, 16 Nisan 1966 tarihli bildirisi hala akıllardaydı. 1959 yılında, Rum Patriği Athenagoras'ın atamasıyla Kuzey ve Güney Amerika Başpiskoposu olan ve Türk düşmanı olduğu için Türkiye'ye girişi yasaklanmış olan Yakovos'u; Cumhurbaşkanı Turgut Özal bir Amerika gezisi sırasında affederek, Türkiye'ye girişine tekrar izin vermişti.  Yakovos'un adının A.B.D Başkanı’nın da desteğiyle ortaya patrik adayı olarak atılması bir kargaşa yarattı. Konunun uzmanlarından, Fahir Armaoğlu Tercüman Gazetesi'ndeki Yorum kösesinde bu konuya şöyle bir görüş getirdi: 

... Esasına bakılırsa “Yakovas meselesi” Özal'ın eseridir (...) Başkan Bush'a kızmamak gerekir. Bush yeşil ışığı Özal'dan almıştır ve Özal gitmeden önce, bu politikasını da gerçekleştirerek, Yunanistan'ın ve Amerika'daki Yunan lobisinin hoşnutluğunu sağlamak istemektedir (...) Patrikhane, Türkiye'nin sırtına saplanmış bir bıçaktır. Patrik seçimine Yunanistan'ın ve Amerika'nın burnunu sokarak meseleyi milletlerarası hale getirmeleri, Patrikhane'nin Türkiye için ne menem bir dert olduğunu göstermiştir ...”  [5]

Yakovos ve Özal'ın görüşmeleri ve verilen tavizler ile ilgili olarak, Hüsamettin Cindoruk çok daha önceleri Hükümet tuzağa düşmüştür.”demiştir.[6]  Aslında Yakovos'un adaylığı T.C vatandaşlığından atılmış olduğu ve Türkiye'de ikamet etmediği için uygun değildi.[7] Fakat Dimitrios’dan önceki Patrik Athenagoras'un da 1948'de, A.B.D vatandaşı olarak ve Başkan Truman'ın özel uçağı ile geldiği ve Türkiye'ye geldiği gün, uçağın kapısından henüz inerken kendisine T.C. pasaportunun verilmiş olduğu da unutulmamalıdır. O zaman da aynı kanunlar ve yönetmelikler geçerli idi. Athenagoras da Yakovos gibi daha önceleri Türkiye'de bulunmuş, Heybeliada Rum Ruhban Okulu'nda okumuş ve Türkiye'nin hayrına çalışmadığı da biliniyordu. Fakat buna rağmen politik yollar kullanılarak patrik olmuştu. 

Bu nedenle; Athenagoras'a yapılan uygulama gibi, Neden Yakovos için bir daha olmasın. beklentisine girilmiş olması ihtimal dâhilindedir. Bu konuda dış güçlerin de baskısı ile bir hayli uğraşılmış olduğu da basından anlaşılmaktadır. Ancak sonradan edinilen bulgular ışığında; Yakovos'un adaylığı, verilen 15 kişilik listedeki sakıncalı isimleri kamufle edebilmek ve yöneticiler ile kamuoyunu bu doğrultuda meşgul ederek, zaten belirlenmiş olan bir kişiyi patrik seçtirme maksadıyla ortaya atılmış olduğu anlaşılmaktadır.

Zaten Patrikhane de Valiliğe verdiği 15 kişilik listeye rağmen, kendi aralarında patrik seçimi ile ilgili olarak yapılan gizli oylamada Sen Sinod sadece şu 3 kişiyi aday gösterdi: 

1-Kadıköy Metropoliti Dimitri Arhondoni
2-Terkos Metropoliti Konstandinos Harisiyadis
3-Listra  Metropoliti Simo Aleksandiros

Yapılan oylamada Kadıköy Metropoliti Dimitri Arhondoni (Bartholomeos) oy birliği ile patrik seçildi. Ezelden beri Kadıköy Metropoliti olan kişiye müstakbel patrik gözüyle bakılmaktadır. Patriklerin bir evvelki durağı genellikle Kadıköy Metropolitliği’dir. Bu suretle de bu gelenek yine bozulmamıştır.

Seçim sonrası bazı gazetelerde patrik seçimi ile ilgili şu haberler çıktı: 

İstanbul Valiliği patriklik makamı için kararı Sen Sinod Meclisine bıraktı.
SAYGISIZ YUNANLI UTANSIN
23 Ekim 1991 Tercüman

Batı Trakya'da dini lider seçimini ipotek altına almışlardı.
PATRİKHANE'DE ÖZGÜR SEÇÎM
23 Ekim 1991 Güneş

PATRİK ADAYLARINA KISITLAMA OLMADI
23 Ekim 1991 Hürriyet

Gazetelerde bu gibi tepkilerin çıkmasına sebep; o günlerde Batı Trakya'da seçilmiş Türk Müftüleri gerekçe göstermeden görevden alarak Batı Trakya Türkü'ne dini baskı uygulayan Yunanistan'a rağmen İstanbullu Rumlara verilen kendi Başpapazlarını serbestçe seçebilmeleri ile ilgilidir. Bu seçim ile ilgili analizleri yapmadan önce seçimden evvel gelişen olayları da incelemek lazımdır. İlk olarak neden daha evvelki patrik seçimleri gibi üç kişilik patrik adayı listesi yerine tüm metropolitlerin listesinin Valiliğe verildiği ve bu listenin tamamının onaylanmasına rağmen kendi aralarında yapılan seçimlerde yine üç aday arasında yapılmış olmasının üzerinde durmak gereklidir. Çünkü insanın aklına bazı sakıncalı isimleri gizlemek için listenin 15 kişi olarak Valiliğe şişirilmiş olarak verildiği gelmektedir. 

Yazarın Notu: Bartholomeos’un patrik olmasının hemen ardından, Fener Rum Patrikhanesi bir atağa kalkarak bünyesinde birçok organizasyon gerçekleştirmiştir. Bu organizasyonların birinde Bartholomeos'un davetlisi olarak, Bulgar bilim adamı Prof. Cristo Cristov'un İstanbul'a gelmiş olduğunu duydum ve işyerime çok yakın bir otelde kaldığını öğrendim. Bir vesile ile otele giderek kendisi ve eşi ile tanıştım. O tarihte patlak vermiş olan İstanbul Bulgar Kilisesi ile Rum Patrikhanesi arasındaki ihtilaf konusunda aramızda fikir alış verisinde bulunduk, çok faydalı bir görüşme oldu.

Prof. Cristov'un, teoloji tahsili yaparken Bartholomeos ile aynı birlikte okuduğunu ve Rum Patrikhanesi'nin İstanbul'da gerçekleştirdiği bir etkinlik nedeniyle Bartholomeos'un misafiri olarak davet edilmiş olduğunu, bu fırsatı değerlendirerek İstanbul'a geldiğini öğrendim. Barthalomeos'un sınıf arkadaşı olarak öğrencilik yılları hakkında kendisinden biraz bilgi edinmeye çalıştım. Bartholomeos'un okulda çok parlak bir öğrenci olduğunu, kendisinin seçilmiş bir kişi olduğunu, ilerde yapacağı çok önemli bir göreve hazırlanmak üzere eğitim gördüğünü her fırsatta ifade ettiğini bana söyledi. Bartholomeos'un bu güne kadar alışılmış patriklerin dışında birisi olduğunu da burada bir kez daha belirtmek gerekir sanırım. Bartholomeos askerliğinden sonra 5 yıl süreyle İtalya, İsviçre ve Almanya'da öğrenim görmüş ve 7 lisan bilmektedir. Nitekim patrik olur olmaz, daha patriklik nutkundan başlayarak bu “Büyük ideal” için seçilmiş bir kişi olduğu ortaya çıkmıştır.

Rum Patriği Bartholomeos'un Taç Giyme Töreni

Dimitri Arhondoni'nin (Bartholomeos) 2 Kasım 1991 tarihinde yapılan taç giyme töreninden itibaren Patrikhanenin “ekümenikliğini” tescil ettirme çabası içine girildi. Yeni patrik asasını alarak göreve başladığı ilk gün kendini, Yeni Roma Bizans” patriği yerine koydu ve daha da ileri giderek Konstantinopolis Kilisesi'nin görevine layık görüldüm, dedi. Yaklaşık 45 dakika süren bu ilk konuşmada, herkese nasibini veren çeşitli sivri mesajlar vardı.

“... Ancak bunu belirtirken bu arzumuz ve çabamızı sadece İstanbul kilisesi ile sınırlı bırakmayıp dünyadaki bütün Ortodoks kiliselerini ilgilendiren konularla genişletiyoruz...” diyen Bartholomeos, daha sonraki günlerde, yerli ve yabancı basında da görüldüğü üzere, diğer ulusal kiliselerin içişlerine karıştı ve birçok ulusal kilise ile arasında anlaşmazlıklar çıktı, içişlerine karıştığı için bazı kiliseler ile ilişkiler koptu veya bozuldu.  “... Görevin bu Ekümenik yönünü üsteleniyor ve beyan etmek istiyoruz ki; biz bu görevi Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Kanunlarının koruması altında üstleniyoruz ve İstanbul'un Fethi'nden sonra gelen patriklerin geleneklerim sürdürerek bu ülkenin kanunlarına uyan bir yurttaş olarak kalacağız...” cümlesini anlamak mümkün olmadı. Bir yandan Türkiye Cumhuriyeti Kanunları’nın güvencesinden bahsederken, diğer yandan bu kanunlara göre sadece İstanbul Rum Cemaati'nin ruhani başkanı, başpapazı olduğunu dikkate almadan, Ekümenik Patrik olduğunu daha ilk andan itibaren belirtmek, vurgulamak istedi.

Ortodoksluk dışında kalan tüm dini oluşumları ilk andan itibaren küçük gördü ve şunları söyledi: “... Ortodoksluk bugünkü Dünyaya çok şey sunma şansına/imkânına sahiptir. Çünkü sadece Ortodokslukta gerçek Tanrıya, gerçek inanç vardır. Sadece onda Tanrının bir varlığı olarak insan, cihan ve oluşum için doğru bir anlayış mevcuttur...”

Ayrıca; “... Athenagoras ile Dimitrios'un büyük düşlerini sonuçlandırmak için bizim de bu yönde çok ciddi çalışmalar yapacağımız doğrultusunda temin ediyoruz...” diyerek kendinden evvelki patrikleri andı. Bartholomeos, Heybeliada Rum Ruhban Okulu'nun tekrar açılabilmesi için de şu mesajı verdi:
“... Resmi Makamlarımızdan yirmi yıldır çalışmasına ara vermek zorunda bırakılan Halki'deki (Heybeliada) kutsal teoloji okulunun yeniden çalışmasını sağlamak için izin talep edeceğiz. Ayrıca; Teolojik düşünce ve gelenekleri yayınlayan Eklisiyastik/Teolojik, Patrikhaneye bağlı resmi bir mecmuanın yayınlanması, acizane çabamız olacaktır,..” dedi.

“... Irkımızı koruyacağımızdan ve destekleyeceğimizden, bu kutsal taht'ın, benim de büyük bir hazla imza ettiğim ayrıcalık ve haklarım koruyacağımızdan emin olunuz...”  işte konuşmanın bu bölümünde Patrikhane'nin, Rum Kilisesi olduğunu ve din adına milliyetçilik, ırkçılık yaptığım, kendi ağzından tescil etmektedir. Bartholomeos, zamanı gelince Rum Patriği, zamanı gelince Ekümenik Patrik olmaktadır. Eylül 1994 yılı içinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen. Sayın Tayyip Erdoğan'ı ziyaret ederek Rum Cemaati ve şahsımız adına tebrik etmeye, ayrıca çok yoğun ve zor olan görevlerinde basanlar dilemeye geldik.” [8] Demiştir. Bir yandan Ekümenik (Evrensel), diğer yandan Rum Kilisesi olabilmektedirler.

Taç Giyme Töreninde Bulunan Ziyaretçiler:

Fatih Kaymakamlığı'na bağlı ve herhangi bir cemaat kilisesinden farkı olmayan Fener Rum Patrikhanesi'nin yanında yer alarak Türkiye'de bir statü kazanmasına çalışan devletlerin temsilcileri de taç giyme törenini şereflendirdiler. Yunanistan Başbakanı: Konstantin Mitsotakis, Yunanistan Başbakan Yardımcısı: Atanasios Kanellopulos, Yunanistan Dışişleri Bakam: Andonis Samaras, Yunanistan'ın Ankara Büyükelçisi: Dimitris Makris, Mitsotakis'in kızı: Dora Bakoyanni, Pasok Genel Sekreteri: Alkis Çuhacopulos, Komünist Parti'den bir milletvekili: Stavros Korakhas, Yeni Demokrasi Partisi Milletvekili: Mitiades Evert, Selanik Belediye Başkanı: Kozmopulos, Kuzey ve Güney Amerika Başpiskoposu: Yakovos, ABD Başkanı Bush'un kardeşi: William Bush ve bir Amerikan heyeti, Yorgo Papandreu ile diğer Ortodoks Patrikler ve ulusal kiliselerin temsilcileri törene katılanlar kişiler arasında bulundular. Yunan asıllı birçok ziyaretçi de tören için İstanbul’a geldi. 

(Üsteki paragraf, 3 Kasım 1991 tarihli, Bugün, Cumhuriyet, Duvar, Güneş, Hürriyet, Tercüman, Türkiye ve Sabah gazetelerinden -alfabetik sıralamayla- derlenmiştir.)

Törende, Rum metropolitler tarafından, ritüelik çeşitli konuşmalar yapıldı, mesajlar verildi. Yunanistan Başbakanı Konstantin Mitsotakis, siyasi liderlerimizle telefon görüşmeleri yaptı. Erdal İnönü ile de bir telefon görüşmesi yapan, Mitsotakis'e Sayın İnönü Son günlerde sık Türkiye'ye geldiniz. Türkiye'deki olumlu havanın Yunanistan'da yaşayan Türk azınlığın sorunlarının çözümüne de aynı şekilde yansıması için yardımlarınızı bekliyoruz.  dedi.  İnönü’nün bu söylemi gazetelerde yer aldı. [9]

Mitsotakis, törenden sonra Yunanlı gazeteciler ile de bir basın toplantısı yaptı. Bu toplantıda kendisine Heybeliada Rum Ruhban Okulu hakkında sorular soruldu. Bu sorulara Heybeliada Rum Ruhban Okulu'nun mutlaka açılması gerektiği ve bunu sağlamaya çalışacakları” cevabını verdi. [10]


Taç Giyme Töreninin Ekümenik Davetiyesi

Patriğin taç giyme töreninden sonra, Ekümenik Patrikhane adına içlerinde o zamanın Amerika Devlet Başkanı olan Bush'un kardeşinin, Yunanistan Başbakanı Mitsotakis'in de bulunduğu çok sayıda misafir için Sheraton Oteli'nde bir yemek verildi. Bu yemeğin davetiyesine de “Ekümenik Patriklik” yazıldı. Davetiyenin Tercümesi Şöyledir:

Ekümenik Patrikliği (Davetiye) Kutsal Tanrısal Sayın Ekümenik Patrik I.  Bartholomeos’un Taç Giyme Törenine 2 Kasım 1991 Tarih Ve Saat 14.30 Da Sheraton Otelinde Verilecek Yemeğe Davet Ediyoruz. Büyük Din İşleri Bürosu

Bazı Temel Kavramlar Hakkında

Rum Patrikhanesi ile ilgili yazılan kitaplarda bazı isim ve sıfat farklılıkları oluyor. Emekle hazırlanan bu çalışmalardaki bazı terminolojik farklılıklar, içeriğinde kusur bulamayan ve ne yazık ki akademik sıfatları da olan “Kalemşörler” tarafından şiddetle tenkit ediliyor. Burada; kısa teknik açıklamalara yaparak, çokça dillenen iki konu hakkında bilgi bulunmaktadır.

Yunanca’da “B” (β) harfi (Beta) “V” olarak okunur. Dolayısı ile “Vartholomeos” denir. Ancak, ülkemizde Bartholomeos olarak seslendirilmektedir. Slav dillerinde de buna benzer bir durum vardır. Örneğin; Bulgarcada “B” harfi aynı bizdeki gibi yazılır, fakat “” olarak okunur. Bu nedenle Vartolomey diye seslendirirler.

Bartholomeos, Patriğin dini adıdır. Ruhbanlar, kutsandıklarında dini anlamı olan, genellikle bir havari ya da aziz adı alırlar.  Bu kimliklerinde görülmez. Bu nedenle de bazen araştırmacılar kavram kargaşasına düşer. Bartholomeos, Patrik olduktan bir süre sonra, mahkemeye başvurarak Dimitri Arhondoni olan kimliğini “Dimitri Bartholomeos Arhondoni” olarak değiştirmiştir ve bir anlamda doğru bir iş yapmıştır.  Aşağıda Rum Patriğin iki farklı resmi evrakta kullandığı imzalar bulunuyor. Burada artık Bartholomeos ya da Vartholomeos demeyi bir kenara bırakıp, kişinin hüviyetine dahi işlediği ada saygı duymak ve öylece yazmak gerekir.


Farklı söylenen bir başka ve önemli husus: “Patrikhane Fatih ya da Eyüp Kaymakamlığı’na bağlıdır” denmesidir. Cumhuriyetin ilanı esnasında Fatih Belediyesi ve dolayısı ile de Fatih Kaymakamlığı yoktur. Ve söylem olarak “Eyüp Kaymakamlığı’na bağlı bir dini müessesedir” denmesi o tarih zikrediliyorsa doğrudur.  Zaten Eyüp Belediyesi tarihi bir belediye ve kaymakamlıktır. Fakat şimdi bulunduğu coğrafi bölge;  daha sonra tesis edilen Fatih bölgesidir. Günümüz resmi konumu açısından Rum Patrikhanesi; Fatih Belediyesi sınırları içindedir ve Fatih Kaymakamlığı’na bağlı, tüzel kişiliği olmayan sadece dini bir müessesedir.

1991’de Seçildi  2010 Patrik Halâ Bartholomeos

Değişen hiçbir şey yok. Hala “Heybeliada Ruhban Okulu açılmalıdır” ve “Patrikhane Ekümeniktir” bu söylemler devam ediyor. Bu iki hususun gerçekleşmesi durumunda -ki bu ülkemiz açısından kaotik bir durum yaratır. Kaç Anayasa ve Kanun maddesine aykırılık teşkil edeceği üzerinde de biraz duracağız.

Bu isteklerin gerçekleşmesi için bazı Anayasa ve kanunlar üzerinde değişiklik yapılması şarttır. Başta Askeri Yüksek Okullar ve Polis Meslek Yüksek Okullarının statüsünü belirleyen Madde. 132 değişmelidir. 

Bu da şu anlama gelir: Türkiye’de Askeri ve Polis Yüksek Okulları ve Heybeliada Rum Ruhban Okulu; YÖK’e tabi değildir.

Ruhban Okulu’nda okutacak öğretmen var mı? 

Ruhban Okulu’nda okuyacak öğrenci var mı? “YOK GETİRTİRİZ

“Peki, tüm Dünya’daki ruhban okullarında papaz adayları üzerlerinde “RASO” denilen siyah cübbe ile okumak zorundadır ve bu dini simgedir. 

OLSUN CANIM NE OLACAK

O zaman sormazlar mı? Üniversitelerde türban yüzünden okuyamayan kızlarımızın günahı nedir? Türbanı hakikaten inanarak takan gençlerimize verilmeyen -ki bu konuda, burada kesinlikle; yanda ya da karşıda bir görüş ortaya konmamaktadır- bu hakkı sadece 1200 kişi kalmış Rum Cemaati’ne nasıl verilecek. Hoş ortada okulda okuyacak öğrenci de yok, varsa da Dünya’da o kadar çok okuyabilecekleri okulları var ki. Sadece Madde. 132 değil, YÖK’ü tanımlayan Madde 130 ve 131 de bu arada güme gidiyor, deliniyor.

Çok önemli bir husus daha var: Anayasa değişikliklerinde ellenmeyen, ellenemeyen bir madde var “Madde.174” Bu Atatürk’ün Devrim Yasalarını koruyan maddedir.  Adı: “İnkılâp Kanunlarının Korunmasıdır”.

Orada “Bazı kisvelerin giyilemeyeceği hakkında” bir kanun da vardır ve korunmaktadır. Yukarda zikredilen dini cübbe (RASO) da bu yasaya göre ibadet yerleri dışında giyilemez.  Bu hak sadece Diyanet İşleri Başkanı’nda ve patriklerdedir. 

Fakat denilecektir ki zaten biz Adalar’da, Beyoğlu’nda sırtında RASO ile gezinen papazlar görmeye alıştık. O zaman kusura bakılmasın ama sarıkla, fesle dolaşılmasın da demeyin… O ne ise bu da aynıdır. Hoş adamlar artık havaalanlarının VIP salonlarından, pasaport kontrolünden bu giysilerle girip çıkıyorlar.

Bojidar Çipof
30 Mart 2010

[1]  23 Ekim 1991 Tercüman ve Hürriyet Gazeteleri
[2]  23 Ekim 1991 Hürriyet
[3]  20 Ekim 1991 Milliyet  
[4]  23 Ekim 1991 Sabah
[5]  8 Ekim 1991 Tercüman
[6]  26 Ocak 1990 Yeni Nesil
[7]  23 Ekim 1991 Sabah
[8]  28 Eylül 1994 Sabah
[9]  3 Kasım 1991 Hürriyet
[10]  3 Kasım 1991 Tercüman